Konuşamadığımız şeyler

HATIRLARKENBir bakışötesi zaman var aramızda. Yitip silinmişgibi görünse de, hatırlayınca yakınlaşıyoruz. Önce bir ses karşılıyor bizi, sonra aramızda geçen her şey. Ama orada duruyorum işte. Bir ân her şeyle dolmuyoruz. Dahası, konuşamadıklarımızıhatırlayınca; ayrışıyor her şey.Ben’den öte bir bilincin ışıltısında duraladığımız kesin.Dönüp; “şimdi neredeyiz,” diye soruyorum.Evet, hatırlıyorum her şeyi. Üstelik soramadıklarımıda. Kendini yetindiren bir bakışla kuşandıran babam hiç yakınmadan yaşadı. Hep devinim halindeydi. Bir gün, bir yerde durup hayatıes geçtiğini hiç hatırlamıyorum. Ama aramızda eksik kalanlarıdüşününce, daha çok ona soramadıklarım geliyor aklıma.İlgiliydi çoğu şeyle; resim yapmak, yazmak, bahçe kurmak, arıbeslemek...Ama ben onun bisiklet binmesine bayılırdım en çok. Bir doksanlık boyu, iri bedeni bisikletin üzerinde hafiften uçuşan bir kuşa dönüşüverirdi. Gülümserdi hep ... Gülüşündeki gamzeleri, dişlerinin parıltısı, Clark Gable bıyıkları, ellerinin devinimi bir dünya şenliği gibiydi.İnsan babasına nasıl bakar, onu nasıl hatırlar...Bir arada olmak, iyi duygularınızın beslenmesi gelişmesi için öylesine önemli ki; bunu çok sonralarıdaha iyi anladım.Oğlumla aramıza giren uzaklık, onu sekiz yaşında bırakıp gitmenin burukluğu bir yaradır hep bende.Bir arada yaşayan büyük bir aile olsaydık belki bu yarayı, ezinci yaşamayacaktım; onu da burukluklara salmayacaktım.Çünkü, babamıhatırlayınca hep evimizin kalabalığıgeliyor gözümün önüne. Bir arada olmak, yaşamak zamanlarına dönünce de hep şu türküyümırıldanırım nedense;Yüce dağbaşında yanar bir ışıkDüşmüşüm derdine olmuşum aşıkAğbuğday benizli zülfüdolaşıkDividim kalemim yazarımBöyle bir yavrunun derdi var bendeOy bende yar bendeAha ben gidiyom sen hemen ağlaYar ağla dön ağlaYüce dağbaşından indiremedimYönünü yönüme döndüremedimBir güzelin aklın kandıramadımDividim kalemim yazarıÖyle bir yavrunun derdi var bendeOy bende yar bendeAha ben gidiyom sen hemen ağlaYar ağla dön ağlaZAMANSIZLIK BURCUNDASizi alıp giden ses olmalı, dedi gençkadın. Bakışlarıezinçliydi. Dönüp gözlerine bakamadım. Üflediğim klarnetimle tek vücut olmuştum sanki. O, hem adlandıramadıklarım hem de ortak acımız için çaldığımın ne kadar farkındaydıbilemiyorum!Aramızdaki yitik için bir ağıt üflüyordum oysa:“Elâ gözlüm ben bu il’den gidersem...”Sızısızıüstüne akıyordu adeta.İnsanıyaşamda bırakan ne, tutunduran, eşiklerde bekleten, bize bizi anlatamayan...Ezgiler, işte o eksik yanlarımızı örtüp sarmalıyordu. Sağaltma mıydıbu, bilemiyorum! Ama bir şey vardıki; yitirdiğiniz birinin ardından hep sese dönerseniz...Yakarışnağmesinden içinizin magmasınıgetirip parmaklarınızın ucuna, nefesinize taşıyan ses...Sonra, bin yılın ezgisiyle buluşan bakışın ardına düşerseniz. Endiku’nun sızısı, Poseidon’un öfkesi sürüp gelen bir yankıdır belleğinizde. İnsanlığın yeryüzüyolculuğunda hayatıölüme karşısavunan ne olduğunu düşünürsünüz bir yandan da. Yalnızca unutarak yaşamıyoruz, unuttuğumuz her şeyi bize hatırlatan sanatın dilini öğrenerek hayatıda savunuyoruz ölüme karşı.Biz, zaman burcundaydık onunla. O, ablasını; bense belki yüzyıldır göremediğim âşk’ımı yitirmiştim.Şimdi ağıtlar gerek bana.