Konyalı hocanın işçi şarkısı

Defalarca dinledim “Konyalı hocayı”; “işçisin sen işçi kal” şarkısını söylüyordu.

Katıldığı bir Ramazan programında iftarı beklerken içinden gelmiş ve “seçmişti”..

Aslında “sol” repertuara ait bu şarkı, bir dönemin gençlerini, coşkuyla ateşlemişti…

Nice yıllar sonra bir din görevlisinin dudaklarından dökülmesi, çok hoş bir “sürprizdi”.

Hoca, “bu tercihiyle” dünyaya indi; gönüllere girdi; bağdaşmaz denileni adeta barıştırdı.

Yaşamın içine akan, toplumsal sorunlara odaklanan, yaşatan bir din anlayışını sergiledi…

“İşçisinin sen, işçi kal”, dededen toruna aktarılan bir yazgıya sınıfsal itirazdır özünde…

İşçilerin birer insan, birer yurttaş, birer mümin olarak, toplum sofrasındaki yoksulluğudur.

Kanıksanmış sömürüye, öğrenilmiş çaresizliğe, bir isyandır; “Hocanın şarkısından” çağlayan.

Gerçekte yetersiz üretimin, geri-teknolojinin “en alttakilere” abanarak topluma üleştirdiği;

‘yoksunluktur’, itiraza konu olan, büyük sömürüye, büyük isyan! İşçisin sen, işçi kal!

İşte Konyalı Mehmet Çetin Hoca, Allah’ın sevgisiyle, ayakları yeryüzünün ekseninde, seslendi: İşçisin sen, işçi kal!

Hoca; “hayata değen ve değinen” ilerlemeci düşünüşle, paylaşmacı inancımızın, dayanışmacı toplumsal yapımızın, bağdaşırlığını hatırlattı o melodik sesiyle…

Bizim inancımıza göre “komşusu açken tok yatmak” ayıplanmaz mı ve bizim toplumumuz, “ekmeğini severek bölüşen” bir toplum değil midir?

İsraf günah” sayılmaz mı? bizim toplumumuzda…

Bir insanı haksızca katleden bütün bir insanlığın da katili olarak tanımlanmaz mı?..

Evet” dediğinizi, “hocanın sesini” duyar gibi duyuyorum…

Uygarlığımızın derin izlerinde nakış nakış işlenmiş “örnekler” de yaşamıyor mu?

Yoksulların toplumdan dışlanmaması ve yaralarının sarılması için; “Yoksulluğum övüncümdür” diyen, alın-terine sahip çıkan peygamberimiz Hz. Muhammed değil midir?

Bütün insanlığa da çağrı yapan “o güzel” Peygamberimiz değil midir; kadın-erkek eşitliği ile ve de ticaretin güvenliğinde, toplumları medeniyete “davet eden”…

Peki bu değer yargılarını “en iyi anlayacak ve duyacak”, hangi anlayıştır ve nerede durmaktadır?

Yoksullar, kadınlar, ezilenler için Hakça bir dünyayı tasarımlayan, insancıl bir iktisadi düzenin kurulmasını önceleyen bir siyaseti arıyoruz…

İşte o siyaset burada ve her yerde genel olarak halkçı ve ilerici olan siyasettir.

Bu tanımlama, bu yapılanma, ‘bu saflaşma’, burada ve her yerde böyledir…

Konyalı Hocanın şarkısı” daha neler neler, hatırlatmaktadır…

Örneğin, bağımsızlık ve özgürlük savaşımında Atatürk’ün yanında Elmalı’lar, Börekçi’ler gibi aydın din bilgelerinin saf tutması; bağdaşmaz sanılanın, yani “inancımızla” “devrimciliğimizin” özde, temelde bağdaşmasındandır…

Gazi’nin inançlı bir müslüman ve aynı zamanda tüm insanlığın düşmanı olan emperyalizm ve kapitalizme karşı savaştığının bilincine varan nice din adamlarımız Kurtuluş’a ve kuruluşa büyük emekler vermişlerdir.

Türkiye Allah’a olan inancıyla ve Atatürk sevgisiyle görüşlerini aktarırken göz yaşlarına haklim olamayan içtenliğiyle tanıdı ve hatırlıyor; Yaşar Nuri Öztürk’ü…

Cumhuriyet sevdalısı, “Hak’kın aşığı”, insancıl sol yayın kurulu üyesi rahmetli Dr. Lütfi Doğan’ı unutmak mümkün müdür?

Kuşkusuz daha nice din adamlarımız var; Diyanetin, İlahiyat Fakültelerinin terbiyesinden geçen ve toplumsal sorunlara da katkı veren…

Gerçek din adamlarının, bir çok toplumsal sorun hakkında söyleyecek sözleri olmalı elbet… Ancak, tahakküm kurmadan, ama Kitabın özünden sapmadan ve fakat ayrılık tohumları ekmeden; birleştirmeliler insanlarımızı; “yaşamı” ödüllendirmeliler, yaşamayı sevdirmeliler herkese ve özellikle de gençlere…

O arada, çocuk tacizlerine karşı durmalılar, kadın emeğinin istismarına itiraz etmeliler, Soma’da madenlerde iş cinayetlerine isyan etmeliler ta içten, yürekten ve gönülden…

Bunları yaparken en büyük dayanağı inancımızın güzel öğretisinden alacaklar en büyük desteği Anadolu halkının Müslümanlığı barış ve esenlik anlayışıyla yorumlamasında bulacaklar.

Dogmatik, toptancı, buyurgan olmayan, gönüller kazanmayı bilen bir ilahiyat, “özgürlüğün de ilahiyatı” olarak, daha hakça, daha adil, daha eşitlikçi bir insani düzenin oluşturulmasına katkı yapabilir elbette…

Aracı kabul etmeyen İslam dinimize en yaraşan anlayış da böylesi olsa gerekir; dünya sorunlarıyla ilgilenen, ancak idari kararların aklın öncülüğünde alınacağını özümsemiş, en “parlak” bir siyasetin bile dinin kutsal saflığını taşımaya hakkı olmadığına kanaat getirmiş bir din anlayışı; toplumsal barışın da en büyük teminatlarından biri olacaktır, hiç kuşkusuz.

Siyaseti ve yönetimi (idareyi), onarılmayı bekleyen hataları veya takdir görmek isteyen tasarruflarıyla laiklik alanı içinde bırakan, ancak, bu dünyadan, yaşamdan kopmayan, din görevlileri ve Diyanet kurumsallığı; aynı zamanda “ilerici” olarak konumlanacaktır.

İnancımız gereği insanı insan olarak kavrayan, yaşama hakkını gözeten, yaşamayı sevdiren bu veçhesiyle “ilerici”, ilerlemeci bir birikimi temsil eden din adamları ve din anlayışı; ilerlemeci olarak tanımlanacaktır.

Öte yandan, üretim, bölüşüm sorunlarının özüne inmeyen, çocuğundan kadınına toplumdaki acıları dert edinmeyen, emperyalizmin-kapitalizmin sömürüsünden bihaber gezinen her anlayış, ister liberal, ister sosyalist olsun, ister muhafazakar veya mukaddesatçı geçinsin; tam anlamıyla “gerici” sayılır... Hayatın gerçeklerine değinmeyen; topraksız köylülerden, iş yeri kazalarından (iş cinayetlerinden) dem vurmayan, fabrikaları, tersaneleri umursamayan her bir anlayış da, çağdışıdır…

İlerici veya gerici olmanın, çağdaş ya da çağdışı kalmanın kimi somut ölçütleri de vardır: Örneğin, imamların sendikalaşmasını isteyenler ilericidir, bu konuyu umursamayanlarsa, en hafif tabiriyle ilerici değildirler!..

Beri yanda, “ölüm oruçlarını” adeta özendiren, etnik ayrışma ekseninde şiddeti meşrulaştıran, terörü öven ve adeta ölüm-severliği gençler arasında yücelten her yaklaşım, kendisine “ilerici” dese de; tarih ve toplum açısından “gerici” olarak konumlanacaktır.

Nihayet, insan doğasına, güzel geleneklerimize ve inancımızın özüne yaraşan anlayışın sahipleri “ilericidir”… Toplumsal dayanışma temelinde işçinin, emeğin hakkını gözeten ve insancıl hakça bir düzen kurulmasını isteyen, sosyal adaletten yana olan samimi dindarlar ve din görevlileri de gerçek birer devrimcidirler...

Kandan, şiddetten beslenen, zihinlerini emperyalizme kiralayan, ayakları bu toprağa bastığı halde, insanları ırk, mezhep, kültürel kimlik ve toplumsal aidiyet ekseninde bölerek, teröre sürükleyenler, o arada, şiddeti meşru gören tüm yapılar ve bireyler ise, katıksız birer “gericidirler” ve çağdışıdırlar.

Metropolün terör destekçisi “işçi sınıfı adına” sloganlar atsa da gericidir; eş-cinselliği öven “eşitlikçilik maskesini” takmış olsa da, mezheplerden ayrı bir din kurmaya kalkan “en ilerici” geçinse de gericidir…

Şudur: Konyalı Hocaysa, ilericidir… Elbette dindardır… Bu ikisi çelişmez, tam tersine bağdaşır. Konyalı Hoca, Türkiye’nin bir parçasıdır. Ulus tarlasında bir renk, bir ahenk, bir sestir… Terör destekçileri, emperyalist muhipleri, ölüm-severler ise bu topraklara yabancıdır. Aslında, ulusal olan ile tercüme olan, doğal ve kaynaşmış olan ile kozmopolit ve yabancı olan, bir birine taban tabana zıttır; asla bir olamazlar, bütün oluşturamazlar…

Şu da bir gerçektir ki; imanlı her bir müminin Yaratana bağlığı ile Atatürk ve Cumhuriyet sevgisi aslında birbirini tamamlayan değerlerdir… Bu değerler millidir, aynı uygarlığın akışı, ortak tarihin oluşu içindedir; bütündür, birleştiricidir! Öte/ beri yanda, siyasetin içinde yer tutan kimi unsurlar, halka tepeden bakan bazı seçkinci aydınlar, Millet sevmez sözde dindarlar ve bayraksız milliyetçiler ile vatansız solcular ise tarihin tartısında, toplumun belleğinde ve hayatın eleğinde tartışmasız ve su katılmamış gericidirler. Hem topluma, hem birbirlerine, hem de insani ve milli değerlere uzak ve yabancıdırlar…

Sonuç: “Konyalı Hocam”; nasıl söylediysen öyle neler yazdırdın bizlere. Sen çok yaşa!