Kore’nin dağlarında özel bir kurbağa ile muhabbet!

Güney Kore’nin en kuzeyindeyiz. Yani Kuzey Kore denilen, Kim İl Sung’un devletinin sınırlarına sadece kırk kilometre yolumuz kalmış. Burada ne yapmaktayız? Elbette Kuzey Kore’ye geçmeyeceğiz bu turda. Sadece, bu bölgedeki bir büyük şehir olan Hongcheon’un dağlarındaki açık hava konserimize geldik.

Aslında büyük devletler tarafından bölünmemiş olsa, belki de bugün dünyanın en gelişmiş ve güçlü ülkelerinden biri olabilirdi birleşik Kore devleti. Güney Kore’nin dağlarına, ormanlarına, çalışkan insanlarına bakınca, aklımızda böyle bir düşünce oluşuverdi daha ilk günden.

Konser saatinde, yağmur ormanlarını andıran yeşilliklerin tam da ortasında kurulan seyyar sahnedeki yerimizi aldık. Geçmiş yüzyıllardaki gezginci “aşıklar” gibi, daha iki saat önce tanıştığımız bu insanlara Türkiye’nin mistik Sufi kültürünü anlatmak, şiirlerini Koreceye çevirtip okutmak ve Yunus’tan bestelemiş olduğumuz şarkıları söylemek bugünkü görevimiz. Yunus’un da arkamızda durduğunu ve elini sol omuzuma dokundurup, aferin dercesine, onaylarcasına ve sevgiyle yavaşça vurduğunu da gerçekten hissetmekteyiz burada da, her defasında olduğu gibi.

TÜRK MÜZİĞİ DİNLEYEN BİR KURBAĞA

Tam sazımızın teline dokunduk ki, sandalyemizin hemen altında, kocaman bir kahverengi kurbağa! Sanki konseri dinlemek için oraya yerleşmiş gibi, kendine en güzel yeri seçmiş yani. Şarkımızın orta yerinde hareket eder, üzerimize atlar ve bizi zor duruma düşürür diye, müziği durdurup, kurbağamızı kovalamaya çalıştıksa da başaramadık. Sayın kurbağamız, sanki çiviyle oraya çakılmış gibi, sandalyemizin hemen altında öylece mıhlanmış gibiydi.

Daha fazla uğraşamayacağımızdan, kurbağamızı kendi haline bırakıp şarkılarımıza döndük. Dinleyicilerimizin hepsi de yakındaki şehirlerden ve köylerden gelen safkan Koreliydi elbette. Bu uzak köşede yabancı birine rastlamak da zaten zor bir tesadüftü. O nedenle de, seyircilerle olan ilişkiyi daha da sıcaklaştırmak amacıyla, Türkiye’nin 1950’deki Kore Savaşındaki kahramanlıklarını, bine yakın Türk gencinin Kore topraklarında şehit düştüklerini anlattık. Seyirciler, sanki yaşamlarında böyle bir olayı ilk defa duyuyorlarmış gibi, boş bir yüzle dinlemekteydiler.

KORE SAVAŞI KORELİLERİN HAFIZASINDAN DÜŞELİ ÇOK OLMUŞ GALİBA!

Güney Kore’ye vardığımızdan beri, önümüze gelen her Koreliye, yaşlı-genç demeden Türklerin Kore Savaşındaki rolünü sormaktaydım zaten. Bu yerler arasında başkent Seoul, Chungju, Daegu, Daejon gibi Kore’nin en önemli şehirleri ve oradaki üniversiteliler de vardı.

Menderes hükümetinin, 1950 ile 1953 yılları arasında, Batı’ya ve özellikle de NATO’ya rüşvet verir gibi 21 bin gencimizi, Türkiye’den onbin kilometre uzaktaki bir el toprağına gönderip, bin yurttaşımızı o topraklarda kaybetmiş olduğumuzu hatırlattık bu insanlara. Ölmeyip sağ dönebilen yirmi bin gencimizin birçoğunun ise savaş travması sonucu ruhsal sorunları altında, yaşamlarının geri kalanını tamamlamak zorunda kaldıklarını da, girdiğimiz her mecliste belirttik kibarca. Ama konuştuğumuz insanların birçoğunun, böyle bir konu hakkında zerre kadar bir fikir sahibi olmadıklarını görünce de hüzünlendik gerçekten.

Bir taraftan, geçen yazılarımızda bahsettiğimiz mahalle komşumuz, Kore gazisi, hep sarhoş gezen Ahmet abiyi hatırlarken, onların hayatları pahasına yaptıkları bu ödünü, Kore insanının o kadar da dert etmiyor olması büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştı bizde.

BU VAHŞİ ORMANLARDA SAVAŞ İLE GEÇEN ÜÇ SENE

Kore’nin vahşi ormanlarında toprağa düşen o bin askerimizin, işte üzerinde Yunus Emre ilahileri söyleyip, Mevlana şiirleri okuduğumuz bu yemyeşil ormanların her bir tarafına yayılmış olduğunu düşününce de, büyük bir hüzün kaplıyordu sesimizi de ruhumuzu da.

Tarih boyunca yöneticilerinin yanlış kararları, yurt savunması ile yakından uzaktan hiçbir ilgisi olmayan tercih ve emirleri yüzünden, ne büyük insani kayıplara uğradığımızı hatırladık tam orada. Sarıkamış’taki bozgun ve soğuktan donan binlerce askerimiz aklımıza geldi. Ondan çok daha vahim ve acı verici olan Kore savaşına asker gönderme kararı ise, yaklaşık 70 sene sürecek olan, ve Türkiye’nin ülke olarak şahlanıp ileriye atılmasını önleyen NATO’culuğun başlangıcı olmuştu. Ama, Korelilerin büyük çoğunluğunun, bu konuda hiçbir fikirleri olmadığını görünce, Türkçenin en güzel deyimlerinden biri olan “Hiç yoluna gitti Niyazi” konusunu hatırlamamak elde değil elbette. Bin gencimiz hayatlarını, on binlercesi de ruhsal sağlıklarını, Kore’nin soğuk ve sisli dağlarında bırakmışlardı işte. Hem bir hiç uğruna telef olduk, hem de 70 senelik NATO hizmetkarlığımızın başlangıcı oldu bu yanlış karar.

BİR KURBAĞA, BİR MEHMET’İN RUHANİ TEMSİLCİSİ OLABİLİR Mİ?

Gelelim kahverengi renkli kocaman kurbağamıza! Doksan dakika süren programımız sırasında, sanki bir Japon yapıştırıcısı ile oraya yapıştırılmış gibi, sandalyemizin tam da altında bizi dinlemişti kurbağacık. Program bitince de, sanki gözümüze daha iyi görünebilsin diye, iki zıplama ile sahnenin ortasında yer alacaktı. Koreli ev sahibimiz ise, bu konuda aklımızdan geçenleri hiç de tahmin etmediği için, kurbağayı elleri ile uzaklaştırmaya çalışmaktaydı. Onlara, bu kurbağanın, şarkılarımın arasında anlattığım Kore’de şehit düşen Türk askerlerinden birinin ruhu olduğunu söyleyivermişim, fazlaca düşünmeden! Öyle ya, hangi normal kurbağa doksan dakika boyunca sandalyenin altında kıpırdamadan oturabilirdi? Belli ki, hem müziğimizin tınıları, hem de Yunus’un Anadolu’dan getirdiğimiz ölümsüz şiirleri, bir yolunu bulup Kore’nin dağlarının bağrındaki bu gençlerimizden birini, bir kurbağa olarak bile olsa, memleket ile buluşturma bahanesi yaratabilmişti.

Sahnedeki müzik sesleri ve konuşmalar bitince de, bizim kurbağamız, zıplaya zıplaya, yandan akan derenin soğuk sularının içine atlayıp gözden kaybolacaktı. “Hoşçakal Mehmetçik” diyesimiz geldi ardından ve sesizce dedik de, dereye karşı.