‘Körleşme*’ ve masumiyetini yitiren çağ
Sözü nereden alıp getirmeli şimdi... Günlerdir Yunus Emre’nin dizeleri arasında dönenip duruyorum.
Bir çağ yangınına dönüşmüş zamanın ikliminde, yolları tutmuş ecel celâlilerinin kağşamış sözlerine uzak durmak da ne mümkün! Çünkü masumiyetini yitiren bir çağın karanlığından geçiyoruz.
Biliyorum bilge Yunus sözleriyle bizi biraz sağaltıyor . Ama o da geçtiği karanlıkların biriktirdiklerini taşımıştı her bir sözüne:
“Hayrım şerrim yazılışar ömrüm ipi üzülüşer
Sûret benden bozuluşar ah nideyim ömrüm seni”
Ve öyle bir çağdır ki o çağ, şunları da dile getirmeden edemez Koca Yunus:
“Bu dünyada bir nesneye yanar içim göynür özüm/
Yiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi”
Şimdi, masumiyetin diliyle konuşmaya çalışıyor birileri. Ve kibirli, yaban bir dil o. Bilmemek, anlamamak aymazlık. Ortaçağ karanlığına özenen, tarihin evrilme noktalarında insanlığın yaşadıklarından bihaber bir zihin körlüğünde toplumu ayrıştırıcı bir dildir bu. Kirli siyaset, iktidar oyunu adına örülen bu utanç duvarları her genç ölümün nişangâhı aslında. Evet, çıkıp alanlarda insanlara yalan söyleme, kitleleri kışkırtma, canileri yücelten bir hukuksuzluğu savunma yangınının daha da büyüyeceğini gösteriyor bizlere...
Yangın dedim, değil mi?
Bakın, size bir öykü aktaracağım Elias Canetti’den.
O ki, 1949’da “Kitle ve İktidar”ı yazmaya başladı. Savaşın karanlığından geçen bir zamanın ruhunu kavrayan bir bakış vardı onda. Ve bize, daha ilk satırlarında şunları söylüyordu: “Bir kitlenin iç yaşamının en çarpıcı özelliklerinden biri zulme uğramış olma duygusudur; bu duygu bir kez ve sonsuza dek düşman ilan ettiği insanlara yönelttiği kendine özgü bir öfke ve sinirliliktir. Bu düşmanlar haşin ya da yumuşak, sert ya da sempatik, keskin ya da ılımlı davranabilirler; ne yaparlarsa yapsınlar yaptıkları her şeyin değişmez bir art niyetten, kitleyi açık ya da sinsi bir biçimde yok etmeye yönelik kasıtlı bir niyetten kaynaklandığı yorumu yapılacaktır.”
O uzgörüşlü anlatıcı, 1928’de tasarlayıp kaleme almaya başladığı, 1935’te de yayımladığı Körleşme romanının oluşumuna esinini şöyle anlatır: “15 Temmuz 1927 günü sabahı, her zaman olduğu gibi Wachringerstrasse’deki kimya enstitüsünde değil, evimin bulunduğu yerdeydim. Ober St. Veit’de bir kahvede sabah gazetelerini okuyordum. ‘Reichspots’u elime aldığımda duyduğum öfkeyi bugün de yaşayabiliyorum; gazeteye ‘adil bir karar’ diye koskoca başlık atılmıştı. Burgenland’da silahlı çatışma olmuş, işçiler öldürülmüştü. Mahkeme, katilleri serbest bırakmıştı. Bu serbest bırakma kararı, iktidardaki partinin organınca ‘adil bir karar’ diye nitelendiriliyor, dahası göklere çıkartılıyordu. Viyana işçi çevresindeki çok büyük bir heyecan uyandırmasına kararın kendisinden çok, her türlü adalet duygusuyla açıkça alay edilişi yol açtı.”
Ve sonrasında gelişen olaylar, kitlenin Adalet Sarayı’nı ateşe verişi, kitle üzerine ateş eden polisin 90 kişiyi öldürmesi...O gün kitlenin bir parçası olduğunu söyleyen Canetti, bu etkilenmeden/olaylardan esinlenerek Körleşme’yi yazmaya yönelir.
Ondaki zamanın ruhunu anlatma bilinci, çağına tanıklık duyarlığı; Profesör Kien’in Threse ile öyküsünde; sıradanlığın, kapkara cahil bir ruhun bir süre sonra nasıl faşizme dönüşebileceğini göstermektedir.
Bilgi ve bilinçle, aydınlanmayla kabagüçün, sıradanlığın, faşizan anlayışın çatışma durumlarını yansıtan Körleşme; yitirdiğimiz masumiyet çağına da ayna tutmaktadır aslında.
Şu sözleri de elbette boşuna değildir: “İçinde yaşadığımız dünyanın durumunu görmeyenin o dünya üzerine yazacak hemen hiçbir şeyi yoktur.”
Eminim ki, bugün, hemen şimdi, dönüp okumaya başladığınızda Elias Canetti’nin yıllar öncesinden insanlığa tuttuğu aynaya yansıyanları daha iyi anlayıp; kendi zamanımızın ruhunu kavramaya dönük yeni bir bakış edineceksiniz sevgili okurum.
(*) Körleşme, Elias Canetti; Çev.: Ahmet Cemal, 2004, Payel Yay., 518 s.