Koronavirüs: İki dünya karşı karşıya

Küresel ölçekte etkili olan koronavirüs salgını, uluslararası arenada ve vatandaşlarına yönelik yükümlülükler bağlamında devletler için adeta bir varlık yokluk sınavı halini aldı.

Avrupa başta olmak üzere dünyanın dört bir köşesinden, iflas eden sağlık hizmetleri, gıda kuyruğunda birbiriyle kavga eden insanlar ve düzeni sağlamak üzere sokağa inen askerlerin haberleri geliyor.

Salgın, küresel ekonomik sistem ve merkezinde yer alan Atlantik uygarlığının endüstri devriminden bu yana var olan “demokrasi” makyajını silerken, Sosyalist ülkeler Çin ve Küba’nın başarıları ve diğer ülkelere yaptığı yardımları ön plana çıkardı.

BİR DEVİR BİTİYOR

Süreç içinde pek çok önemli ve tarihi açıklama yapıldı fakat siyasi ve ekonomik kırılmayı en iyi özetleyen, finans-kapitalin kalbinin attığı New York şehrinin valisi Bill de Blasio’nun şu sözleri oldu; “Büyük Buhran(1929)’dan bu yana karşı karşıya olduğumuz en büyük kriz. Nisan, Mart’tan ve korkarım ki Mayıs, Nisan’dan daha kötü geçecek. 10 gün içinde sağlık ekipmanlarımız yetersiz kalacak. Bu nedenle Amerikan ordusunun harekete geçmesine ihtiyacımız var.”

Vali yaptığı açıklamalarla, Wall Street’ten şişirilen küresel finans balonunun patladığını ve salgının dünyanın süper gücü ABD’yi yere serdiğini ilan ediyor.

Gözlerimizin önünde bir devrin sonlandığı aşikar.

Amerikan siyaset belirleyicilerinin yazdığı Foreign Policy’de, “Dünya, Koronavirüs salgınından sonra nasıl bir hal alacak?” başlıklı, 12 farklı düşünürün salgın sonrası dünyayla ilgili görüşlerinin toplandığı dikkat çekici bir makale yer aldı.

Düşünürlerin tamamına yakını;

1. Milliyetçiliğin yükseleceği,

2. Amerika merkezli küreselleşmeden, Çin merkezli bir küreselleşmeye doğru geçişin hızlanması,

3. Amerika’nın tek başına dünyayı kontrol etme ihtimalinin kalmayacağı,

4. Çöken devlet (failed state) sayısında artış konularında hem fikirler.

Amerika’nın geri çekilişinin bizzat emperyalizmin teorisyenleri tarafından kabul edilmesi önem arz ediyor.

Diğer yandan Avrupa’da neo liberal siyasetlerin savunucusu Fransa Cumhurbaşkanı Macron ve Alman mevkidaşı Merkel başta olmak üzere politikacılardan, sosyal devlet ve kamucu siyasetlere dönüş mesajları geliyor.

Bu mesajlarında ne kadar samimi oldukları ise ayrı bir tartışma konusu. Öz itibariyle iki liderde, uluslararası ve ulusal sermaye gruplarının desteğiyle şu andaki konumlarına geldiler ve arkalarındaki kuvvetlerin çıkarlarına hizmet ettikleri sürece var olacaklar.

Atlantik uygarlığının çevre ülkeleri olarak kabul edilen İtalya ve İspanya’da ise devlet kurumları çözülmüş, halk kaderine terk edilmiş durumda. Doktorlar hangi hastayı yaşatacakları konusunda seçim yapmak zorunda kalırken, hayatını kaybedenler ise ancak ordunun yardımıyla gömülebiliyor.

Salgının getirdiği derin kriz sonrası Atlantik’te her şeyin eski haline dönmesini beklemek en hafif tabirle saflık olacaktır.

Tarih, büyük krizlerde sistem dışı alternatiflerin yükseldiğini yazıyor. Avrupa’nın önünde de en ağır tahribatı gören çevre ülkelerden başlamak üzere aşırı sağ ve sol/sosyalist/kamucu hareketlerin yükselişi var.

DÜNYA’NIN DİĞER YARISI

Atlantik’te durum II. Dünya Savaşı öncesini andırırken, dünyanın diğer yarısında kamucu pratikler ve Çin’in yükselişi ön plana çıkıyor.

Koronavirüs’ün ilk hedef aldığı ülke olan Çin, bugünlerde salgının başlangıç noktası olan Wuhan’da hayatı normale döndürmeyi başarırken, ülke genelinde yerel kaynaklı yeni vaka sayısını sıfıra indirmeyi başardı.

Salgına karşı, İtalya ve İran başta olmak üzere dünyanın farklı noktalarına yollanan Çin sağlık heyetleri, gittikleri ülkelerde coşkuyla karşılanırken, Çin diplomasisi yumuşak güç kullanımında belki de tarihinin en kuvvetli dönemini yaşıyor.

Salgının başlangıcında virüsün yayılması nedeniyle Çin’i suçlayanlar bugün Çin’e methiyeler sunmaya başlamış ve özellikle Avrupa’da Çin ön yargısı yıkılmış durumda.

Fidel Castro’nun,bizim ülkemiz başka ülkelerin üzerine bomba atmaz (…) Biz diğer ülkelere yardım edecek doktorlar yetiştiririz” şiarını başarıyla sürdüren Küba ise dünyanın dört bir yanına gönderdiği sağlık heyetleriyle, insanlığa sosyalizmin nimetlerini uygulamalı bir biçimde anlatıyor.

Koronavirüs sonrası, neoliberal siyasetler izleyen devletler, vatandaşlarının en temel ihtiyaçlarına cevap veremez hale geldikçe; bedava sağlık, eğitim, elektrik, su ve temel gıdalara ücretsiz erişim gibi hak talepleri tekrar insanlığın gündemine giriyor.

Bu noktada sosyalist alternatif, belki de 1989 Berlin Duvarı’nın yıkılışından bu yana ilk defa dünya halklarının gündemine geldi.

Emperyalizmin, bu yükselişi ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasi hamlelerle dengelemeye çalışması olası. Çin ve Küba’nın önünde ise sağlık modeli üzeriden yarattıkları olumlu havayı diğer alanlara taşıma hamlesi olmalı.

TÜRKİYE’DE İDARE-İ MASLAHATÇI ÖNLEMLER

Türkiye’de iktidar, salgının başından itibaren ekonomik sistemi koruma odaklı bir siyaset izledi.

Sağlık Bakanı Koca’nın, “herkes kendi olağanüstü halini ilan etmeli” ifadelerinin de özetlediği üzere iktidar salgınla mücadelede inisiyatifi vatandaşa bıraktı.

65 yaş üstüne getirilen sonuçsuz kısıtlamalarla toplumsal tepki dengelenmeye çalışılırken, ekonomiye zarar vermemek adına sokağa çıkma yasağı ilan edilmedi.( Sokağa çıkma yasağı için geç kalındığı konusunda bilim insanları hemfikir.)

Diğer yandan salgına karşı Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıkladığı ekonomik paket, krizden dolayı zor durumda olan vatandaştan çok sermaye çevrelerine kolaylıklar sağlıyor.

Henüz ilk günlerini yaşadığımız salgın durumunun ağırlaşması halinde hangi tür önlemlere başvurulacağı, derinleşecek ekonomik krize nasıl karşı konulacağı ise bir soru işareti.

Olağanüstü koşullarda olağanüstü kararlar almak gerekir. Salgın hem ekonomik istikrarın hem de kamu sağlığının aynı anda korunmasına izin vermiyor.

Çin bu bağlamda insan hayatını ekonominin önüne koyan radikal önlemler alarak başarılı oldu. Atlantik devletleri ise ekonomiyi sürdürme pahasına yaşam güvenliğini tehlikeye atmanın bedellerini ödüyor.

İdare-i maslahatçı siyasetlerin sürdürülmesine imkan vermeyen bir sürecin içindeyiz.

Salgın, insanlığın önünde iki model olduğu gerçeğini çıplak bir biçimde ortaya koydu; ekonomiyi ön plana koyan neo liberal siyasetler ve insanı ön plana koyan kamucu yaklaşım.

Türkiye’de iktidar hala birinci modelde ısrar ediyor.

Zaman yeni bir dünya lehine işlerken, yaşam ise neoliberalizmde ısrarın devamına izin vermeyecek bir biçimde ilerliyor.