Koronavirüs: Kapitalizmi hasta eden bir salgın

Koronavirüs, bir salgının, sağlık sorununun ötesinde devletlerin vatandaşlarıyla ilişkisinde farklı yaklaşımları çıplak bir biçimde ortaya çıkaran, siyasi, sosyal ve ekonomik bir sorun olarak insanlık tarihine geçti ve geçiyor.

21. yüzyıla ABD’yi vuran 11 Eylül saldırılarıyla giren insanlık, korona salgınıyla beraber yeni bir evreye geçişin eşiğinde.

İklimin sertleşeceği aşikar.

Salgının ilk darbesiyle ortaya çıkan manzara, bireycilik, özel sektör ve liberalizm ayakları üzerine kurulu Batı tipi “demokrasi”lerin çaresizliğini gözler önüne sererken, küresel ekonomideki hareketsizleşmenin etkilerini “şimdilik” çöken dünya borsalarıyla hissettik.

SALGINA KARŞI ÜÇ FARKLI YAKLAŞIM

Devletlerin salgınla mücadelesinde üç farklı yaklaşım ortaya çıktı;

  1. Çin metodu: Sosyalist temeller üzerine kurulu Çin, insan yaşamını ekonomik çıkarların önüne koyan bir biçimde, hiç süre kaybetmeden, üretimin düşmesi ve ekonominin aksaması pahasına, salgının görüldüğü bölgelerde sert karantina önlemleri uygulama yoluna gitti. Devasa karantina merkezleri, sokağa çıkma yasağı ve zorunlu sağlık uygulamaları üzerine kurulu Çin tipi yaklaşım, 1 ay gibi kısa bir sürede olumlu sonuçlar verirken, bugün salgının başlangıç noktası Wuhan’da insanların maskelerini çıkardığı ve günlük yaşamlarına geri döndüğünü görüyoruz.
  2. İdare-i maslahatçılar: İtalya, İspanya ve Fransa gibi Akdeniz ülkelerinin yanı sıra ABD, İran, İsrail ve diğer irili ufaklı devletlerde, salgının başlangıcında ekonomiyi canlı tutmak için karantina gibi önlemlere başvurulmadığına, vaka sayısındaki artış sonrası geniş anlamda karantina tedbirleri alındığına şahit olduk. Ekonomiyi önceleyen bu yaklaşımın sonucunda, bahsettiğimiz ülkeler siyasi, ekonomik ve sosyal anlamda büyük darbeler aldılar. Salgından çıkış sonrası, halihazırda kırılgan ekonomilere sahip bu ülkelerdeki tahribatı daha canlı bir biçimde göreceğiz.
  3. Protestan model: Almanya ve İngiltere salgına karşı benzer yaklaşımlar geliştirdiler. (Bu benzerliğin altında iki devletin ortak Lutheryen mirasının olup olmadığı sorusunu değerli tarihçilerimize bırakıyorum.)

İngiltere Başbakanı Boris Johnson, salgınla “sürü bağışıklığı” (herd immunity) doktriniyle mücadele edeceklerini açıklarken, Alman mevkidaşı Angela Merkel, “Almanya’daki insanların yüzde 60 ila 70’ine virüs bulaşabilir (…) Hayat kurtarmak bizim görevimiz. Aynı zamanda ekonominin de çalışmasını sağlamak” açıklamaları ve ülkesinde aldığı ve almadığı tedbirlerle İngiltere’yle aynı yolu izleyeceğinin sinyalini vermiş oldu.

Sosyal Darwinist esintiler taşıyan sürü bağışıklığı modelinde, virüsün engellenmesi için hiçbir çaba gösterilmezken, virüsün zaman içinde nüfusun büyük kısmına bulaşması sonucu halkta ortak bir bağışıklık sistemi gelişeceği hesaplanıyor.

İngilitere ve Almanya’nın yaklaşımındaki temel hareket noktası ise virüsün halka bir anda değil yavaşça bulaşması ve bu suretle sağlık hizmetlerine bir anda yoğun talep olmaması yatıyor.

Financial Times, sürü bağışıklığı yaklaşımını “kumar” olarak nitelendirirken, 66 milyonluk İngiltere’de nüfusun %80’ine virüsün yayılması halinde, %1 öldürücülük ihtimalinde dahi 500 bin kişinin ölümüne göz yumulduğu değerlendirmesi yapılıyor.

Yaşlıları ve başka hastalıklardan muzdarip olanları salgına terk eden “sürü bağışıklığı” modelinin, Nazi izleri taşıdığını söylemek abartılı olmayacak.

TEMEL ÇELİŞKİ: SOSYALİZM YA DA BARBARLIK

Salgınla mücadelede üç temel yaklaşımdan bahsetsek de temelde, insanı ön plana koyan sosyalist model ve Batı tipi “demokrasi”lerin başlangıçta idare-i maslahatçı fakat işler kızışınca Nazizme doğru yol alan modeli arasındayız.

Bu noktada, Avrupa Birliği üyesi İtalya’nın yardım çağrılarına birliğin diğer üyelerinden değil de Çin ve Küba’dan cevap gelmesi çarpıcıdır.

Salgın karşısında Batı tipi “demokrasi”ler bırakınız komşularına yardım etmeyi, kendi vatandaşlarına dahi bedava sağlık hizmeti götürmekten aciz bir duruma düştüler.

İran’ın salgın nedeniyle ambargoyu gevşetme çağrılarına karşı ABD’nin takındığı katı tavır ve yine Çin ve Küba’dan yardıma giden doktorlar, insanlığın kalbinin Washington’da mı yoksa Asya’da mı attığı sorusuna güzel bir cevap oluşturmaktadır.

Salgınla mücadele bir sağlık modeli seçimini aşmış, liberal yaklaşım ve kollektif bilinci öne çıkaran sistem arasında bir seçim haline gelmiştir.

KORONA SONRASI

Bugün henüz ilk dalgalarını yaşadığımız salgın sonrasını tartışmak için erken olduğunun farkındayım fakat elimizdeki verilerden şu çıkarımları yapabiliriz:

  1. Salgına karşı Batı tipi “demokrasi”ler başarısız bir sınav vermektedirler. Kıtanın çoğunluğunda hakim olan idare-i maslahatçı yaklaşım ve İngiltere-Almanya merkezli “sürü bağışıklığı” modeli, kıtada ekonomik çıkarların insan hayatından daha önde tutulduğunun açık göstergesidir.
  2. Çin modeli, kollektif ve devletçi mücadele dünyanın önünde başarılı bir örnek olarak durmaktadır. İtalya’da karantina altında evlerine hapsolmuş insanlar, balkonlarından Çin’e destek sloganları atarak, Pekin’in ülkelerine yaptığı yardımı selamlamaktadır.
  3. ABD, salgınla mücadelede bir model üretmekten dahi aciz kalmış, iç çekişmelerine hapsolmuş durumda. Trump’ın, Çin modeli önümüzde duruyor açıklaması, Washington’un Çin’in sosyal, ekonomik ve siyasi önderliğine teslim olduğunun bir göstergesidir.
  4. Salgınla beraber derinleşen ekonomik kriz, önümüzdeki günlerde Avrupa’da totaliter eğilimlerin yükselişini tetiklerken, Çin modeli üzerinden doğru siyasetlerle sol/sosyalist hareketlerin de ivme kazanması olasıdır. (Batı solunda Çin düşmanlığının devam etmesi halinde bu tarz bir yükseliş gerçekleşmeyecek, Çin ile iyi ilişkileri savunan AB karşıtı milliyetçi hareketler rakipsiz bir biçimde yükselecektir.)
  5. Salgın sonrası daha da sert bir biçimde hissedeceğimiz ekonomik çöküş, dünya üzerindeki çatışmaları derinleştireceği gibi sosyal hareketlerinde yükselmesine neden olacaktır.

Bu noktada, gölge CIA olarak bilinen Stratfor adlı düşünce kuruluşunun kurucusu George Friedman’ın, salgınla ilgili paylaşımını aktaralım:

“Koronavirüs duyulduğunda toplumun doğal tepkisi hükümetten salgını durdurması oldu. İkinci evrede insanlar, hükümeti kendilerini koruyamadığı için suçladı. Üçüncü evrede toplum, hükümete aldığı koruma önlemleri için saldıracak.”

CIA’nın akıl hocalarından Friedman’ın boşa yazdığını düşünmek en hafif tabirle naiflik olacaktır.

Friedman’ın çıkarımlarından emperyalizmin virüs sonrası ekonomik bunalım ve devletlere karşı güvensizliği, ulus-devletlere karşı kullanacağını tahmin etmek güç değil.

Bu noktada iki farklı duruş yükselecek:

  1. Özellikle Avrupa’da zayıflayan hükümetlere karşı milli/sol/sosyalist hareketlere destek.
  2. Doğal tepkiyi tamamıyla ABD planı olarak kabul edip, devletleri her koşulda desteklemek.

TÜRKİYE’NİN SEÇİMİ

Avrupa’nın pek çok ülkesinde koronayla beraber yükselen ekonomik krize karşı devletler, vergi, sosyal güvenlik ve Mortgage borçları başta olmak üzere vatandaşlarının üzerindeki ekonomik yükü hafifleterek, tepkiyi engelleme yoluna gidiyor.

Öte yandan Almanya Ekonomi Bakanı Altmaier, salgın nedeniyle zor durumda olan stratejik önemdeki bazı şirketlerin kamulaştırılabileceği bilgisini paylaştı ve “Ulusal egemenliği geri kazanmak için tek taraflı bağımlılıkları azaltmak en doğru fikir” ifadeleriyle devletçi ve korumacı önlemlere yöneleceklerini ilan etmiş oldu.

Halihazırda ekonomik bir krizin içinde olan Türkiye’de de iktidarın önünde iki seçenek var:

  • Ya idare-i maslahatçı siyasetlere devam ederek, salgın ve salgın sonrası ekonomik krizin ağır sonuçlarıyla yüzleşecek,
  • Ya da radikal bir kararla kamucu bir ekonomi modeline yönelecek.

Bizlerin önünde de iki yol var. Ekonomik, sosyal ve siyasi anlamda derin bir krizin içine girdiğimiz günlerde:

  • Ya krize dair sadece kısa değil orta ve uzun vadeli çözüm önerileri ortaya koyacağız,
  • Ya da umreden gelen vatandaşların rica minnet karantinaya alınmasını tartışmaya devam edeceğiz.