Koronavirüs ve korkuyu yönetmek
Sosyolog Frank Furedi’nin Korku Kültürü adlı kitabında(1), kimi bilim adamlarının küresel bir grip salgınının an meselesi olduğu öngörüsünde bulunduğunu yazmıştı. Pandemik hal alan Koronavirüsü bu nedenle meseleye vakıf olanları şaşırtmamış olmalı. İnsanlık geçmişte bu tür felaketlerle zaman zaman karşılaşmıştı. 1346-1350 yılları arasında Kuzey Avrupa nüfusunun üçte birini yok eden veba ya da 1918-1919 kış aylarında dünya çapında 20 milyon insanın ölümüne yol açan grip salgını bunlar arasında. Koronavirüs toplumları tehdit eden salgınların ne ilki ne de sonuncusu olacak. Bu nedenle esas sorun, kriz yönetme kültürünün hem kamu otoriteleri hem de toplumlar açısından benimsenmesini sağlamakta yatıyor.
İnsanlık 19. yüzyıldan bu yana bilimin teknolojiye dönüşümünün yarattığı büyük atılımlara şahit oluyor. İletişim teknolojilerindeki gelişmeler de bu sürecin bir parçası. Ancak özellikle sosyal medyanın yaygınlaşması, krizlerin yönetilmesinde imkânlar yaratması kadar, kontrolsüz dedikoduların çoğaltılmasına da yol açabiliyor. Bilimsel ve teknik gelişmeler, insanlığın geleceğine dair iyimser senaryoları beslediği kadar, akıldışı korkuları da besleyebiliyor. Sosyal medyanın komplo teorilerini, felaket senaryolarını ve sonuçta akıldışı tepkileri yaymakta işlev sahibi olduğu ortada. Virüs, Çin’in Wuhan kentinde ilk göründüğü andan itibaren kontrolsüz dedikodu çağlayanı akmaya başladı. Yarasa çorbasının lanetlenmesinden, Uygur özerk bölgesine yönelik komplo öngörülerine, ABD’nin biyolojik silah denemesi yaptığı iddiasından virüse karşı saçma korunma teknikleri icat etmeye kadar uzanan bir komplocu bir korku kültürü yayılmaya başladı.
İletişim kuramcısı Marshall Mcluhan’a göre, “medya mesajdır.” Medya aracılığıyla taşınan mesaj, medyanın yapısal özelliklerinin damgasını taşır. Sosyal medya, TV ve radyo gibi araçlardan farklı olarak, mesajın denetimsizliği ile damgalanmış durumda. Mesaj taşıyıcısı olarak her bir kullanıcı, hiçbir mesleki-etik süzgeçten geçirme sorumluluğu olmaksızın, çeşitli mesajların çoğaltılmasında rol üstleniyor. Bu durum, Koronavirüs salgını gibi, geniş bir alanda hızlı ve etkin kamusal tedbirler almayı gerektiren kriz yönetimi dönemlerinde, kamu otoritelerinin işini zorlaştıran roller oynayabiliyor. Sosyal medya, bilimsel-teknik gelişmelerin felaketlere yol açtığı şeklindeki muhafazakâr yaklaşımları besliyor ya da Furedi’nin “korku kültürü” dediği aşırı güvenlikçi panik havasını yaratıyor. Örneğin marketlere hücum etme, erzak depolama vb. manzaraları batıda yaygınlık kazanmış bu kültürün bizim toplumuza da pompalandığını gösteriyor.
Gerçekte ise bu tür paniklemiş davranışlara gerek yok. Sağlık Bakanlığı’nın maddeler halinde sıraladığı tedbirlere uymak, dikkatli ve hassas olmayı elden bırakmamak yeterli. Buna rağmen bazı insanları paniğe teşvik eden şey nedir? Yönetmen Michael Moore, ülkemizde “Benim Cici Silahım” (Bowling for Columbine) adıyla bilinen ve ABD’de giderek artarak liselere kadar inen silahlı şiddetin kaynaklarını araştırdığı belgeselinde bu soruya cevap aramıştı. Belgesel, ilk bakışta ABD’de insanların silah sahibi olmakla övündüğü erkek-egemen kültürün ve silahın kolaylıkla temin edilebilir olmasının şiddetin esas sebebi olarak görülebileceğini ancak işin aslının Amerikan toplumunun güvende olmadığı hissinin kışkırtılmasında yattığını ortaya koyuyordu. Korkuyu yönetebilmek için toplumu güvende hissettirmemiz gerekiyor. Şu anda en büyük ihtiyacımız ve sermayemiz budur.
Türk toplumu, batılı toplumlardan farklı olarak aşırı bireyselleşme tuzağına düşmüş, güvensiz hisseden ve korkuya teslim olmuş bir toplum değil. Koronavirüs tehlikesi karşısında şu ana kadar hem hükümet hem de geniş toplum kesimleri sağduyu, sükûnet ve özgüven temelinde tepki verdi. Böyle durumlarda bir toplumun elindeki en önemli sermaye sorunu aşmaya yönelik inancının sağlam olmasıdır. Sorun çözme becerimizin olmadığını düşündürtme ve toplumun üzerine korku kültürünü boca etmenin en büyük zararı ise, insanların akıldışı tepkiler vermesine yol açmak. Bu nedenle, salgına karşı mücadele salt biyolojik değil aynı zamanda toplumsal ve kültürel bir mücadele niteliği taşıyor.
1. Frank Furedi, Korku Kültürü, çev. Barış Yıldırım, Ayrıntı Yay., İstanbul, 2017