‘Kötüler’in zalim ‘diyet’i!..
Tarihin çok eski çağlarına ayna olmuş o gri kayalardan yansıyan ürkütücü gürültü, şüphesiz jandarmadan kaçan atların nal seslerinden başka bir şey değildi...
Krallara mezar olan Abgar (Ahper) Dağı’nın aşağılarına yerleşmiş, biçare gecekonduların betonarme damlarında belki mutluluk rüyaları gören “kaçakçı” çocuklarını en çok da o sesler ürkütürdü...
Ne su depolarına kadar sızan yılanlar, ne annelerinin gelinlik bohçalarında yuva yapan zehir sarısı akrepler ne de evlerin avlularında, tarihin en eski uykusuna yatmışçasına, karanlığa mahkum olmuş mağaralar o kadar ürkütücüydü...
Babaların “mayın”, anaların ise hep ölüm rüyaları gördüğü çaresizler sığınağıydı Kötüler Mahallesi...
Urfa Kalesi’nin arkalarında; tarihin eskimiş yüzünde adeta bir Şark Çıbanı izi gibi duran o mahallede, kıpkırmızı topraklar üzerinde yer edinmiş kayalıklar, nalların kıyıcı savruluşuyla buluştuğunda, insanın yüreğini sarsan metalik sesler yankılanırdı vadide...
Kaçakçının ekmeğe, atların kurtuluşa koştuğu günlerin ölümle adeta köşe kapmaca da oynadığı zamanlarda, zehir yakıcılığında çınlardı o acımasız sesler...
O sabah, işte yine o seslerle uyandı küçük çocuk... Rüyasında o kitabı görmüştü yine!.. Hani kaçakçılıkla geçinen babasının 7 çocuğuna ekmek bile yetiştiremediği gecekonda; bulabilirse, bir köşeye çekilerek heyecanla okuduğu kitaplardan biriydi o...
Çıkmazın garip ferdi!..
Yaşam aynı zamanda diyetlerin ödendiği bir insanlık pazarıydı o çocuk için de... Çünkü evrenin sürekliliği içinde acımasızlık her ne kadar hesap sormayı hak görüyorduysa, çaresizlere düşen pay da belliydi aslında; “diyet” ödemek...
Zengin ile yoksulun, ağa ile marabanın ve patron ile işçinin arasındaki amansız mücadele de hiç kuşkusuz “diyet” hesaplaşmasıydı... Ve o çocuk da bu çıkmazın garip fertlerinden biri olmaya mahkumdu...
Çünkü kaçağın ortasında masum olmanın da, “Kötüler”in içinde iyi olmanın da elbette bir diyeti vardı...
Kim verecek- kim alacak, kim sevinecek- kim ağlayacak, kim kazanacak- kim kaybedecek hesaplaşmasının yapıldığı bir bedeller dünyasında; herşeyden habersiz olsa da, tanık olduğu tek acımasız gerçek vardı o çocuğun; mayın korkusunda acıklı gazeller okuyan ezeli endişeler!..
Küçük çocuk, uykulu gözlerle o sabah Abgar Dağı’nın önündeki vadiye bakarken bunları mı düşünüyordu acaba?..
Mavzer- mayın ve jandarma ihbarcı ikileminde adeta korkunun esaretiyle büyüyen çocuğun aklında o sabah aslında tek düşünce vardı;
Sahipsiz bir Urfa sabahında, tarihi kent kalesinin ardında, çevresi antik mağaralarla dolu Kötüler Mahallesi’nde atların ölüm pahasına taşıdığı “umut”lar;
Yani babanın geçim, annenin aş ve çocukların da doyabilme umutları...
İhanetin ihbarcıya, mesuliyetin jandarmaya, ölümün ise kaçakçıya “diyet” olduğu Kötüler’in dünyasında, korku içinde yoksul büyümek de işte o çocuğun yaşamaya verdiği zalim bir “diyet”ti!..
Küçük çocuk, o terli atlar umut yükleriyle tahta kapıdan geniş avluya girdiğinde, tüm ailesiyle birlikte rahat bir nefes almış olsa da, korkunun halkalarından görülmeyenler de vardı ortada!..
Tuzakları yırtan gözler...
Sırtını antik mağaraların serinliğine dayayan Urfa’nın Kötüler Mahallesi’nde, o sabah da kaçakçılar atların üzerindeki balyaları hızlıca indirdiler...
Balyaların çelik telleri kesildikten sonra Avrupalılar’ın Kızılhaç’a bağışladığı, Suriyeli tüccarların da Halep çarşılarında Urfalı kaçakçılara sattığı giyim eşyalarını acalece ayıklamaya başladılar... Kaçakçılığın ter kokan yolculuğu bitmemişti çünkü...
Takım elbiseler küçük balyalar haline getirildikten sonra mayın kokusu sinmiş o kıyafetleri Urfa’nın Sipahi Pazarı’ndaki “tellal”lara taşıyacak masum hamalların koşuşturmasına gelmişti sıra...
O küçük çocuk da, omuzlarına bırakılan takım elbiseleri iki eliyle kavradıktan sonra kendini hemen sokağa attı... Kahverengi gözleri, briket sokakların zalim pusularında örümcek gibi saklanan tuzakları yırtarcasına yalayıp geçti uzakları!..
Ayağında yırtık cızlavetinin zavallılığını boşvermişçesine, Kötüler’in yokuşlarını amansız bir geçide çeviren tepelerden aşağıya doğru koşmaya başladı çocuk... Gözleri çevredeki pejmürde sokaklarda, minik yüreği ise nefesinin “korkma” dediği o sahipsiz ve de o katran rengi anlarda!..
Naylon torbanın şavkı!..
Kaçakçı atlarının Kötüler’e kına kokusu sinmiş umutlar taşıdığı tüm zamanlarda olduğu gibi, küçük çocuk o sabah da altı kilometrelik “kaçak” yolunda ilerleyerek Urfa çarşısına varabildi...
Şansı vardı o gün; ne pusulardaki polisler fark edebilmişti onu ne de pes etmeye hazır yüreğinin isyanı terk etmişti!.. O da sınır tellerinden kurtulmuş atlar gibi, güvercinler kadar özgürdü artık!..
Tüm koşuşturması kaçakçı “tellal”larının avuçlarına bıraktığı üç lira içindi... İki simit ve bir gazoz parası... Birkaç ekmek parası... Ya da okumaya hasreti dağıtan küçük umutlar harçlığı...
Küçük çocuk üzerinden korku yükünü atar atmaz, avuçlarındaki metal paralarla kaçakçı çarşısının loş sokaklarından koşarak çıktı ve birkaç kırtasiyecinin bulunduğu Haşimiye Meydanı’nın girişinde, Eskici Pazarı’nın yanıbaşındaki bir dükkanın önünde durdu...
Gözleri defterlerin, kalemlerin, silgilerin önünde sıra sıra dizilmiş kitapların kapakları üzerinde dolaştıkça heyecanlandı...
Nihayet gördü rüyalarına da giren kitabı... Hani ilkokul öğretmeninin, “oku Memed” dediği o gizemli kitabı...
Satıcıya üç lirayı uzattıktan sonra, baharat kokularının kaçak çay sıcağına karıştığı Urfa çarşılarından geçerek, Kötüler Mahallesi’ne ulaştı...
Annesinin telaşı arasında, biber salçası sürdüğü ekmeğin arasına biraz da peynir koyup yedikten sonra, kaderi gibi siyah önlüğünü giydi...
Ve sonra Kötüler’den aşağıya doğru inerek, yırtık ayakkabasını sabahçı olan abisinin yeni cızlavetiyle değiştireceği o mazlum sokakta beklemeye başladı...
Defterlerini koyduğu beyaz naylon torbasından görünen yeni kitabının kapağında, Ömer Seyfettin, “Diyet” yazıyordu!..