Kronik hastalığımız
Değerli yazarımız Mustafa Mutlu’nun 19 Şubat Perşembe günkü gazetede köşesinde yazmış olduğu makalesini okudunuz mu? Bilmiyorum. Köşe yazısının altında çerçeve içine alınmış başlığı, “Ar damarın önemi!” olan bir bölüm var. Benzetmesi çok hoşuma gitti. Hatırlatmanın faydası olur kanısındayım. Bakın ne diyor makalesinde; “Her insanın 3 ana damarı var. Atardamar, toplardamar ve de ar damarı.” Ve bu üçünün içinde en önemlisinin ar damarı olduğunu vurguluyor. Tamamen katılıyorum.
Gerçekten de ötekilerin stent takmak suretiyle tedavisi mümkün ama toplumsal bir hastalık haline gelen “ar damarının çatlaması” hastalığına stentler yetmez! Allah etmesin. İnsan bu hastalığa yakalanmasın. Tedavisi yoktur çünkü. Ar damarının patlaması bugün toplumun geldiği noktayı anlatmak açısından çok önemlidir. Teşhis doğrudur. Mutlu, cuk oturtmuştur. Türkçemizde ar damarının çatlamış olduğunu ifade eden dolaylı da olsa başka sözler de vardır. Bunları deyim olarak, çocukluğumuzdan beri duyarız. “Adamın şah damarı patlamış, yüz surat mahkeme duvarı, yüz surat köpeklere ziyafet, suratına tükürsen yağmur yağdı” gibi... Şöyle yukarıdan aşağıya doğru bakarsak bütün bu deyimler insanı “ar damarının çatlaması” deyimine götürür. İşin gerçeği de şu toplumsal bir hastalık olarak nitelendirebileceğimiz, ar damarı çatlamasının hiçbir doktor tarafından tedavisi mümkün değil.
Yazılı ve görsel basında haber niteliği olsun olmasın, ender görülebilecek bir sürü olayı okuyor ve de hayıflanıyoruz. Toplumda üst sıralara çıkmış insanların çocuklarının, babalarının forsundan yararlanarak hangi noktalara geldiğini de ibretle izliyoruz. Bu ve benzeri olayların tartışmasının parlamentoya kadar uzandığını, memleket meselelerinin görüşülmesinin gerektiği parlamento oturumlarında bu çapsız tartışmaların yapıldığını görüyoruz. Bu çocukların babaları, “Ne yapalım, biz de üzülüyoruz ama elimizden gelen bir şey yok. Bazen ailelerde böyle çocuklar çıkabiliyor” diyecekleri yerde, onları müdafaa ediyorlar. Hiç olmazsa ispatlanan durumları kabul edin de büyüklük sizde kalsın.
Eski yıllarda bir yazı okumuştum. Fransa’da ihtilal yıllarında bir parlamenterin hanımının sözüm ona toplumun kabullenemeyeceği bir hayat tarzı varmış. Parlamenter de başbakan yapılmak isteniyormuş. Eşinden dolayı parlamentoda protesto ediliyor, sıra kapaklarına vuruluyormuş. Bunun üzerine söz istemiş ve “Doğrudur söylenenler... Ama o yıllarda benim karım öğretmendi doğru dürüst geçinemiyorduk. Çocuklarımızı okutmak için mecburduk” diyor. Bu açıklamanın üzerine parlamento tavrını değiştiriyor ve alkışlıyor. Ama orası Fransa... Değer yargıları bizlerden çok farklı.
Gençliğimde, dar gelirli olup da çocuğunun istediği yiyeceği ya da giyeceği alamayan ve bunu bir utanç sebebi yapıp hayatına son veren babaların olduğunu duymuştum.
Hiç unutmam; çocukluğumda bir gün, Kadıköy’de çarşı içinde yerde Rus malı bir dürbün bulmuştum. İlgimi çekti. Yerden alıp eve götürdüm. Annem dürbünü görünce veryansın etti. “Çabuk onu aldığın yere götür koy” diye bas bas bağırdı. Anneyi dinlememek ne mümkün? Ben de dürbünü götürüp bulduğum yere bırakmıştım.
Toplumun yakalandığı bu hastalığı tedavi etme şansı yok. Zaten önemli olan hastalığı tedavi etme çabaları değil, hastalığa yakalanmama çabalarıdır. Bu da koruyucu hekimliğin işidir. Ar damarı konusunda hekim, anne ve babadır. Onlara çok iş düşüyor. Her biri koruyucu hekim rolünü çok iyi oynamalıdır. Bu da maalesef, oğlunun ayakkabı kutusundan çıkan paralara mazeret aramakla olmaz.
EN BÜYÜK RAKİBİMİZ KÜÇÜKLÜK DUYGUSU
Ülke olarak bizim en kuvvetli rakibimiz, küçüklük duygusu. Bunu bir türlü içimizden atamıyoruz.”Biz bir şey yapamayız, bir yenilik getiremeyiz, Avrupalılar gibi olamayız” düşüncesi adeta bizim yapımızla özdeşleşmiş. Dillerde pelesenk olmuş. Doğru ama bizden de Avrupalıların da alacağı dersler var. Çirkinliklerin en güzelini yapıyoruz hem de hiçbir ülkenin yapamadığı bir şekilde. Örneğin son günlerdeki parlamento içindeki partiler arasındaki mücadele! Sanki bir siyasi mücadele değil de Meclis ortasında bir arena ve bu arenada birbirlerine fırlatılan özel birtakım maddeler. Böyle bir hareket görülmüş müdür dünyada? Bilemiyorum. Örnek oluyoruz. Hayali konuşmuyorum, her şey ortada.
Örneğin futbolumuz. Batılı ülkelerin bizden çok ileri olduğuna şartlanmışız. Son Liverpol-Beşiktaş maçı. Maç öncesi herkes, “Beşiktaş, Liverpol’dan kaç tane yiyecek?” diye iddiaya giriyordu. Ama beklendiği gibi olmadı. Yılların ve Büyük Britanya’nın takımı, bizim Beşiktaş takımı karşısında zorlanıyor. Hatta yenilgiden kurtuldu bile diyebiliriz.
Türk spor tarihinde böyle örnekler çoktur. Türk milli takımı, bütün dünyayı savaşta silindir gibi ezen, Almanların futbol takımını Berlin’de yendi. Futbol bu. Öylesi de olur, böylesi de... Küçüklük duygusuna kapılmaya gerek yok. Yine eski yıllarda futbol kardinallerinden kurulu Macar takımını İstanbul’da yenmiştik. O tarihteki gibi bir Macar futbol takımı, bir daha olur mu bilmiyorum. Olmayacak şeyler değildi tabii... Ama bütün bunlar eskide kaldı. Bu sonuçlar bir tesadüf eseri mi değil mi, araştırmak lazım tabii... Gerçek olan bir şey varsa bizler, yaşadığımız olaylardan pek ders almıyoruz. Halbuki Avrupa’daki büyük futbolcular aydan gelmedi herhalde. Neden bizim futbolcularımız onlar gibi olamıyor? İncelenmesi ve üzerinde kafa yorulması gereken bir konu. Onları göklere çıkartıp bizimkileri yerden yere vurmamalıyız. Taklitçilikle de bir yere gelemeyiz. Bildiğiniz gibi futbol dünyada artık gösteri oyununa dönüştü. Biz bu gösteride bir şey yaratamadığımız gibi Afrikalı oyuncuların sevinç gösterilerini taklit etmeye başladık.
TANRI HAKEMLERİ KORUSUN
Ligin sonu yaklaşıyor. Heyecan dorukta. Ortaya çıkan tablo bir hayli ilginç. İstanbul’un büyük takımları birbirleriyle şampiyonluk mücadelesi içinde. Üçünün de şansı var. Bir siyasimizin güncel benzetmesiyle söylersek,bir kılıç mesafesi var aralarında. Bu ilginç tabloda ilk 3’te yer alan İstanbul takımlarının ardından gelen ve 4. sırada olan ekip, liderden 13 puan daha geride. İlk sıraları yakalaması biraz zor. Böyle bir mücadele içinde en zor durumda olanlar hakemlerdir. Tanrı yardımcıları olsun. Yenen de yenilen de onlara vuruyor. Geçen hafta Galatasaray-Sivas maçı çok heyecanlı bir maçtı. Zevkle izledik. Önce Galatasaray’dan gelen bir gol, sonra Sivas’ın attığı beraberlik golü... İşte o zaman kıyamet koptu. Öncelikle Galatasaray’ın çiçeği burnunda antrenörü olan Hamzaoğlu, “Hakem beraberlik golünden önce Sivas’ın faul yaptığını görmeyip gol yememize neden oldu” diyor. Ve de bu olayı kasten yaptığını söylüyor. Bu genç arkadaşımız, olayın kasti olup olmadığına nasıl karar veriyor, anlamak çok zor. İnsanın ne düşündüğünü, ne yapmak istediğini daha evvel ortaya çıkartma gibi bir teknolojiye henüz ulaşılmadı. İlerleyen zamanlarda belki olacak ama şu anda maalesef yok. Bu yargıya nasıl varmış bilmiyorum. Hele hele Sivas’ın attığı golden sonra saha kenarında elindekileri yere fırlatması, bence bir takımın hocasına pek yakışan bir hareket değil. “Zaman zaman insanlar hata yapabilir” diyorlar. Ancak olaya hangi açıdan bakarsanız bakın, bu tepki veriş biçimine mazeret bulunamaz. Hakemler için bilip bilmeden saçma sapan sözler sarf edilmesi, hiç yakışık almıyor.
Biraz empati yapmak ve şunu da düşünmek gerekir. Hakemlerin görevleri, maç esnasında oluşan olayları çok kısa bir süre içinde değerlendirmek ve bunun sonucunda da karar vermektir. Olayın gerçekleşmesiyle hakem kararının verilmesi arasında çok kısa bir zaman dilimi var. Hakemler, bu çok kısa olan zaman diliminde bazen hata yapabiliyor. Bu da çok doğaldır. Ancak yapılan hataların kasti olduğunu söylemek, hakemi töhmet altında bırakmak demektir. Bu da doğru olmaz. Hakemlerin hata yapma ihtimallerine saygı göstermek gerekir. Hakem kararlarının altında başka bir şey aranmamalıdır.