Küçük İskender
“Doksanların başıydı.” Ölümünden sonra dilimizin en önemli şairlerinden küçük İskender’i, anlatan yazılar böyle başlıyor genelde; İskender biraz da doksanlar çünkü. Ağa Camisi’nin karşısındaki apartmanların birinde, gizli saklı iş yapar gibi çıkılan, kapıyı çalarken başka yerde olma duygusuyla heyecanlandığım o kafe: Naregatsi. İçeri giriyorum. Yeşil renkli gazozum, yanında küçük poşetlerdeki renkli kolonyalar. Yalnızım. Kafenin defterleri var. Misafir defterleri. Çok severim otellerin, müzelerin, lokantaların misafir defterlerini. Saatlerce karıştır dur! Hikâyesizim. Derken sayfaların birinde, aynaya bakarmışçasına bir dize! Yüz yıldır aynı biçimde attığı imzası İskender’in. Tabii ki bir Beyoğlu cinidir, on üç yaş büyüğüm benim, ikimiz de Nilüfer Hatun İlkokulu’ndan geçmişiz (o sonradan Kabataş); benden önce kafeye gelmiş, yazmış deftere. Tam da şairler gibi. Şairler, senden önce yazıp gider dünyadan; söyleyip göçerler. Onun için baba Yunus doğru der: “Ölümden ne korkarsın / Korkma ebedi varsın.” Vardırlar.
Birkaç yıl sonra dergilerde ilk şiirlerim yayımlanmaya başlamıştır. Yalnızım. Bir yerde ilanına rastlıyorum: Beyoğlu’nda, Veli Bar’da, küçük İskender’in şiir geceleri varmış. Korktuğum kalabalıklar bunlar. Çoğul olmayı bilmeyen, henüz yirmisine varmamış, kıvırcık saçlı bir yaban. Korkunç, sarı renkli bir gözlüğüm var. Sonbahar akşamıdır (yaz yeni bitmiş, yazları şiir geceleri yapılmıyor, çünkü herkes tatilde, bense Kurtuluş’ta berdevam), bir ceketim var afili, dayımdan gelmiş, yeşil kırçıllı, dirsekleri deriden. Onu da giyersem tam şair gibi görüneceğimi düşünüyorum, neyse şair gibi görünmek! Geçiyorum Beyoğlu’na. Tüm şiir yazanlar orada o gece, ben hepsinden çekiniyorum. Tüm şiir yazanlar şair değilmiş, orada öğreniyorum. Herkes her şeyi okumuş, her şeyi biliyor. Bir masaya ilişiyorum. Az ötede İskender ve şair arkadaşları, misal Hüseyin Alemdar orada. Hep Beyoğlu işte... Küçükparmakkapı, yokuşlar, Nizam Pide’nin karşısındaki köhne birahane, St Antoine’ın az ötesindeki bitik muhallebici, Emek Sineması’ndaki melek resimleri; yıktılar hepsini. Çıkıp okuyorum şiirimi. Teşekkür ediyor İskender. Bir süre sonra masalar birleşiyor. Dost olunuyor.
Yıl iki bin bir. Yayımlanmış bir kitabım var. Alemdar yayınlamış, arkadaşız artık. Beyoğlu’nda karşılaşıyoruz. İskender’e gidiyorum, gel istersen, diyor. 666’yı yutmuşum, Periler Ölürken Özür Diler delice okunmuş. Yalnızım. Adam Yayınları, o mavi kapaklı Suzidilara’yı basmamış henüz, Azra’yı yenice yazmakta şair. Ara sokaklar, yokuş. Nihayet evindeyiz. Hatırlıyorum: Loş koridor, ufak pencere, yerde müzik seti. Kitaplar, insanlar, posterler, hayat, sokak karmakarışık. Anlıyorum: Bizim gibi değildi o. Çünkü şairdi. Askerde bile şiir görevi almış, alayın şairi diye Milliyet’te haber çıkmıştı. Askerde hep sivildeki işler yapılmaz mı? İşi şiir olan nadirattandı. Kesip sakladığım o kupür, taşınırken kayboldu herhalde.
Attilâ İlhan’ın öldüğü gün sonra. Annem haber ediyor. Kalakalıyorum. Cenaze yarın, git diyor. Nasıl giderim! Attilâ İlhan ölür mü! Yalnızım. Cenazeye gitmiyorum; Kaptan’ın öldüğünü görmek istemem. Akşam işten çıkıp Beyoğlu’na inince, dünyadan bir şairin daha çekip gittiğini fark ediyorum nedense. Konsolosluğun orada işte İskender, şimşek gibi karşımda, “Çok acıktım, haydi çorba içelim” diyor. Cindir, olmaz denir mi! Ben de açım. İkimiz de parasız. Ufaktan, pis bir lokanta. Çorbadan başka şeyine el sürme, aslında çorbaya da sürme ya neyse. İçerken boşboğazlık işte, kalbi ağzında biriyimdir, “Ölümüne ağlanacak tek şair de gitti,” diyorum. “Niye ulan” diye kaş çatıyor:
“Ben ölsem?” Sen ölmezsin ki ağabey diye hınzırlık ediyorum.
Gel gör ki “postmodern anlayışın şiirimizdeki gözde temsilcisi” gibi satırlar okudum Aydınlık’ta geçende, devamı da var: “Ama şu bir gerçek ki, K. İskender ve kuşağı, hayatın çekilmez hale geldiği duygusuyla boğuntulu sokaklarda kaybolan gençleri ölüme özendiren, intihar alkışçısı, kirlenme ve kirletilmeyi matah olgu pahasıyla şişirerek sözüm ona asi şiirlerle öne çıkmaktan gurur duydular.” Hayat bu! Herkese farklı görünüyor demek. Bu postmodern de üzücü şey sahi. Her postmodern kötü mü? Nedir, kimdir postmodern; yenir mi, içilir mi? Uyar mı yani kötülemek istediğimiz her şeye? Üstelik yukarıdaki paragraftan öğreniyoruz ki şairlerin ne anlatması gerektiğine dair listeler var herhalde!
İskender’in ardından ne “Nâzım’dan sonraki en büyük şair” diyeceğim (denildi), ne de yukarıdaki gibi yazabilirim. Herkesin fikri var, ne denir. Ama not düşerim: Şairin büyüğü küçüğü; iyilik anlatanı, kötülük anlatanı; gerçekçisi postmoderni olmaz hocam. Şair ya iyidir, ya da çöptür. Evet, İskender iyiydi. Tüm iyiler gibi kötü şiir de yazdı. Ama iyiydi. Hem bak, bu şairlik, beter iştir. Gün gelir ardına bakarsın, onca şey karalamışsın, içinde şiir yok. İskender, bu cins değildi işte, kelimeleriyle uzun zaman var olacak Türkçemde. Örnek vereceğim. Yukarıda bahsi geçen yazıda söylendiği üzere “sözüm ona asi mi” bilemem, bir asilik reçetesi varsa ben de isterim. Boş ver, oku hele: “Hava muhalefeti nedeniyle alkolik olan bir kadından konu açıyorum / Babası komünist: Yirmi yıl yatmış / Yirmi yıl yattıysa elli yıl, yüz yıl, yüzyıllar uyanmış işin doğrusu / Ufak bir dükkânı varmış Sirkeci'de / Hani şu saat kayışı, çakmak, iskambil kâğıdı satanlarından, / Yürek kadar dar, yürek kadar geniş bir dükkân! / Baba ise / Polislerin şüphelenecekleri kadar güzel gülümseyen bir adam..”
Böyle işte İskender ağabey. Yalnızız. Merak etme, ağlamadım. Hoşça kal!