Kültür sanat ortamının dayanılmaz sessizliği

Ne derseniz deyin, sonuçta, ülkemizde yaşanan olaylar kültür-sanat ortamını da etkiliyor. Her şey bir bekleme içinde, olur ya da olmaz, ertelenir ya da ertelenmez ikilemi içinde hesaplanırmış gibi yapılıyor. Elbette ki bu durumun somut bir gerekçesi ve olgusu ortada yok. Algılanan -ya da daha doğrusu hissedilen- ne yazık ki böylesine bir duygu...

Ülkemizin iki büyük film festivalinin yapılmasına çok az bir zaman kaldı. Elbette her iki festival de çalışmalarını sürdürüyor. Gel gör ki, hep bir kuşku var ortada. Ya ertelenirse, ya olmazsa?!.. Geçen sene, son anda büyük bir festivalde bunu yaşadık. Ve bunun sonucu belki de dünyada eşine benzerine rastlanmayacak bir biçimde, jürili, yarışmalı ama izleyicisi ve konukları olmayan bir festival yaptık.

YAŞAMA DİRENCİNİ SERGİLEMEK

Günümüzün hiçbir zaman istenmeyen olaylarından elbette yalnızca festivaller etkilenmiyor. Kimi kültür-sanat etkinlikleri de bunlardan nasibini alarak, ya hiç yapılmıyor -ya da toplumsal hassasiyetler gözetilerek- eğlence ya da şölen adı verilen bölümler çıkartılarak- yapılıyor.

Son yıllarda tüm festivallerin açılışları, ulusal marşımızın çalınması ve de şehitlerimiz için saygı duruşu ile başlıyor. Üstelik ilgili ve yetkili kişiler, festivalin özüne ilişkin değil de, güncel olayların önemine ilişkin konularda mutlaka konuşmalar yapıyorlar.

Tüm bunlar, elbette çok ama çok doğaldır. Hüznün, acının, kan ve ölümün olduğu yerde, “ateş yalnızca düştüğü yeri” değil, tüm ulusu da yakmalı, tüm ulus, sevinci ve coşkuyu olduğu denli, ortak acıları da paylaşmalıdır.

Doğrudan soralım: Acının ve gözyaşının yaşandığı ve son kertesinde solunduğu bir ortamda kültür-sanat festivalleri yapılmalı mıdır?

Sorunun doğru yanıtı, kültür-sanatı algılayış, yaşayış ve uygulayış tutumunda saklıdır. Festivalleri bir şölen, bir eğlence olarak algılarsak sorun yok. Ama bunun tam tersi; birleştirici, aydınlatıcı, yönlendirici ve de tüm olumsuz olgulara başkaldırıcı bir kültürler silsilesi olarak algılarsak iş değişir. Şölen-eğlence ağırlıklı olanlar ne denli toplumsal hassasiyetleri hiçe saymak algısı yaratabilirse -ki böyle algılanması çok doğrudur- ikincisi de bir o kadar, dahası o kadardan da ötede, bir toplumun, her koşulda var olmasını, dimdik ayakta kalmasını, her olumsuzluğa kültür-sanatla direnmesini ortaya koyar.

YAS TUTMAK SANATA YAKIŞMIYOR

Kültür-sanat olaylarının hiç kesintiye uğramadan sürdürülmesi de işte bu açıdan çok ama çok önemlidir. İkinci Dünya Savaşı sırasında bile yerle bir edilmiş kimi kentlerde bu tür etkinliklerin hiç kesintiye uğramadan nasıl devam ettirildiği herkesin malumudur. Örneğin tüm dünyaya örnek olan ve tüm dünya ülke sinemalarınca dönem dönem örnek alınıp yenilenen İtalyan sinemasındaki Yeni Gerçekçilik akımının doğuşuna bir bakın. Adları bu yazıya sığmayacak kadar çok nice filmin tümüne yakını, savaşın içinde savaşa karşı tavırlarıyla dikkatleri çekmemiş miydi?

Dünya savaşında bile kültür-sanat olguları kesintiye uğratılmayıp sürebiliyorsa, kahpece üç buçuk terör saldırısı mı ülkemizdeki kültür-sanat olgularını etkileyecek. Hiç sanmıyorum...

Üstelik sanata yas tutmak da hiç ama hiç yakışmıyor...