Küreselleşme statükosu ve muhafazakârlık

Bütün kavramlar tarihsel ve toplumsal koşullar içinde anlam kazanırlar. Siyasal güçler arasındaki rekabet, kavramlara yüklenen anlamların içeriklerini toplumsal bağlamlara oturtur. Bu açıdan bakıldığında, siyasal rekabetin temeli olarak sınıf mücadelesi aynı zamanda kavramların içeriklerinin nasıl doldurulacağına ilişkin mücadeledir.

Kavramlarla düşünürüz. Herkes her şeyi görür ya da gördüğü inancındadır. Bazen bir konuda farklı düşündüğünüz birisinin nasıl olup da gerçekleri “göremediğine” şaşarsınız. Oysa çoğu kez sorun, gözümüzün önündeki çıplak gerçeği hangi açıdan, hangi değer yargılarının süzgecinden geçirerek gördüğümüzle, yani görme biçimimizle ilgilidir. Bir olguyu görme biçimlerimiz, kullandığımız kavramlara yüklenmiş anlamlarda yansımasını bulur. Bu nedenle siyasal mücadelede kavramların içeriklerini kim belirliyorsa, kitlelerin ve hatta rakiplerinin düşüncelerini de o yönlendirir. Kitlelerin düşünme (görme) biçimlerini belirlemeyi başardığınız ölçüde size oy vermekten daha iyi bir seçenek görmeyen “kemik” seçmenleriniz olur. Hele hele rakiplerinizin görme biçimlerini belirlemeyi başarırsanız, hegemon hale gelirsiniz. Sözgelimi ABD’nin hegemon bir emperyalist devlet olması, dünyanın her yerine askeri üslerini kurmuş olmasının ötesinde bir anlama sahiptir. ABD’siz bir dünyayı tahayyül bile edemeyen ve olan biteni açıklarken kullandığı kavramları ABD’nin doldurduğu içeriklerle kabul eden hükümetlerin partilerin, aydınların, kanaat önderlerinin ve kitlelerin varlığı ile ilişkilidir.

Bugün Amerikan hegemonyasının sürmesi, Ortadoğu’daki düzenin yeniden kurgulanmasına ve toplamda Çin’in meydan okumasına cevap verilmesine bağlı. Ortadoğu’nun tam denetim altına alınması için ABD’nin yapması gerekenler ise Türkiye’nin milli bir devlet olarak varlığını sürdürmesini imkânsız kılıyor. Son birkaç yıldır yaşadığımız sürecin temelindeki dinamiği bu çelişki oluşturuyor. Türkiye batı sistemi içinde kalacak ve kendi çıkarının nerede olduğu sorusunun cevabı da dâhil, dünyayı ABD hegemonyasının çizdiği çerçeveden mi okuyacak yoksa kendi bağımsız görme biçimlerini mi inşa edecek? Türkiye, bu sorunun cevabını arıyor.

Bu kırılma döneminde Türkiye’deki siyasal güçlerin kavramlara yüklediği anlamların farklılığından doğan çelişkiler daha da belirgin hale geliyor. Bugüne kadar muhafazakâr sağ karşısında özgürlüğün, insan haklarının ve demokrasinin bayraktarlığını yapan bazı sol ve “muhalif” kesimlerin, bu kavramlara yükledikleri anlamların aslında nasıl batıcı “sağ” içeriklere sahip olduğu ortaya çıkıyor. Sağ içerik derken kastettiğim şu: Bugün dünyada var olan statükonun sahibi ve onun muhafaza edilmesi talebinin kaynağı ABD’dir. Özgürlük, insan hakları ve demokrasi kavramlarına onun da kendine göre yüklediği anlamlar var. Bu bağlamda söz konusu kavramların küresel statüko içinde kazandıkları birer muhafazakâr “sağ” içeriği bulunuyor. Bizde solun bir kesimi yıllarca sağa özgürlükler, insan hakları ve demokrasiye karşı duyarsızlıkları gerekçesiyle itiraz ettiler. Haklı oldukları yönler çoktu. Çünkü o dönemlerde Türkiye’nin sağı da solu da kendisini esas olarak batı sistemi içinde tanımlıyor ve aralarındaki siyasal çelişkiler de bu bağlamın içindeki duyarlılıklara göre oluşuyordu. Ama Türkiye’nin Amerikan hegemonyası ile varoluşsal bir çelişki yaşamaya başladığı koşullarda daha iyi anlaşılmaya başlandı ki, solun bir kesiminin ve demokrat geçinenlerin bu kavramlara yüklediği anlamlar meğer bir hayli muhafazakâr içeriklere sahipmiş.

Hiç şüphesiz benimki de bir görme biçimi. Kimin daha nesnel gördüğüne her zaman olduğu gibi tarih karar verecek. Ancak görebildiğim kadarıyla, muhafazakârlık bugün ellili altmışlı yılların sağ-sol rekabeti içindeki anlamından çok farklı bir anlama geliyor. Dünyayı küreselleşmeye zorlayan güçlerin ulus-devletleri daha az devlet olmaya ve milli örgütlenmenin dağıtılmasına zorladığı günümüz koşullarında, muhafazakârlık dünyayı küresel gücün çerçevesini çizdiği görme biçimleri içinden okumaktır. Solculuk ve demokratlık yaptığını zanneden bir kesim, bu nedenle emperyalizme karşı bütün halkı ortak çıkarlarda birleştirmek, iç cepheyi sağlam tutmak, bağımsızlık ve egemenliğin ekonomik, siyasal, toplumsal ve kültürel temellerini tahkim etmek dururken tersini yapabiliyor. Çelişmeler keskinleştikçe özgürlüğü LGBT’lerle, insan haklarını evinde el yapımı bombalarla yakalanmış şarkıcılarla, demokrasiyi terörü ve teröristi öven propaganda materyalinin yayınlanma hakkıyla ilişkilendiren tuhaf bir kafa yapısı ortaya çıktı. Bu durum, özgürlük ve demokrasinin en radikal savunucusu olduğunuzu zannettiğiniz, savunduğunuz değişimin en devrimci değişim olduğunu düşündüğünüz anda, aslında bu kavramlara küresel güç dengeleri bakımından en muhafazakâr içerikleri yüklemeniz anlamına gelebiliyor.