Kütüphanelerin altın dönemi...
Son yıllarda bir kütüphane, bir heykel, bir de müze konusunda ilginç – belki de doğrusu garip ve kitch - olarak tanımlayabileceğimiz kimi örneklerin ortaya çıkışına tanıklık ediyoruz. Kimisi devlet, çoğu yerel yönetimler, pek azı da kişisel çabalarla yapılan heykel, kütüphane ya da müzeler ne yazık ki, ne istenilen, ne de arzu edilen bir ihtiyacın karşılığını verebiliyorlar. Bu alanlarda yapılan her bir şey, taşıdıkları isimlerin bir açıdan içini boşaltıp bir gariplikler, basitlikler, dahası uyduruk olarak tanımlayabileceğimiz bir zevksizliğe dönüşüveriyor.
Hemen hemen her yerel yönetim birbirleriyle yarış edercesine kütüphane üstüne kütüphane açıyor. Devasa, şık ve de eski deyimle modern binalar. Üstelik her biri, sabahın erken saatlerinden itibaren tıka basa doluyor. Geç gelindiğinde yer bulmak mümkün değil. Çoğu kez yerlerde ya da pencere içlerinde oturanlar bile var. Hiç bir dönemde, bu son 15 yıllık dönemde olduğu kadar kütüphaneler bu kadar dolmamış, ilgi odağı olmamıştı…
Biliyorum, çoğu kişinin “peki bunun neresi olumsuz, neresi kötü” dediğini duyar gibi oluyorum. Haksız da sayılmazsınız… Şık bir bina, rahat ve de sıcak bir salon, kitap dolu raflar ve de buraya girmek için sabahın erken saatinde kuyruklara giren gençler… Çay ya da benzeri yiyecek içecek ise kimi zaman ya küçük bir ücretle ya da tümüyle bedava…
Ama bu kütüphanelere gelenlerin yüzde 99’u kütüphanenin kendilerine sundukları kitabı okumak, araştırmak için buraya gelmiyor, yalnızca, sıcak bir mekanda derslerini çalışmak, test çözmek için geliyor. Çünkü burayı dolduran tüm gençlerin bu tür bir mekana fena halde ihtiyaçları var. Onun için buraları kütüphane değil, bir çeşit seminer/etüt odaları. Onun için gençlerin büyük bir kısmı evlerinde, yurtlarında belki de okullarında bulmadıkları konforu burada buluyor, burada rahat edip derslerini çalışabiliyorlar… Bunda hiç ama hiç bir beis yok…
Ama kütüphaneler yalnızca bu işlevi üstlenmezler. Kütüphanelerin bir diğer işlevi de araştırmaya yönelik bir çalışma mekanı olmasından gelir. Onun için bu tür mekanların kütüphane adı altında değil de seminer odaları ya da etüt merkezleri adı altında açılması daha mantıklıdır. Ya da bu kütüphanelerin yalnızca küçük bir odası araştırmacılara ayrılabilir. Ama ne yazık ki bu da pek mümkün değildir. Çünkü bu kütüphanelerde ne yer, ne de aradığınız bir kitabı bulabilirsiniz. Çünkü yeni açılan tüm kütüphanelere belirli bir merkezden belirli kitaplar gelir, onların dışında kitap bulmak çok ama çok zordur.
Gençlerin bu mekanlardan yararlanmasına asla karşı değilim. Karşı olduğum bu mekanların adlarının etüt merkezi yerine kütüphane olmasınadır. Peki bunda ne sakınca var diyebilirsiniz. Tek sakıncası ise; kütüphane adının içinin boşaltılması, bir başka amaca yöneltilerek gerçek işlevinden soyutlanmasıdır. Tıpkı çoğu (tümü değil) özel ve devlet üniversitelerin kütüphanelerinin, laf olsun, gösteriş olsun tarzında oluşturulup asıl işlevlerinden soyutlandığı gibi.
Mekan ve nicelik olarak kütüphaneler altın dönemini yaşıyor. Görkemli binalar, şık salonlar, modern çalışma mekanları ve yüzde yüz doluluk. Ama hala -birkaç eski kütüphane dışında- süreli yayınlar kütüphanesi ile tiyatro, müzik, sinema, yontu, arkeoloji, sosyoloji, felsefe, spor, Osmanlı, Bizans, Hitit, kent, uygarlıklar ve alınıza gelen herhangi bir dalda dört başı mamur bir ihtisas kütüphanesine sahip değiliz… Çünkü bu tür kütüphaneleri yapmak zordur, pahalıdır ama daha çok da bir bilgi birikimi gerektirir. Onun için yeni yapılan birçok kütüphanelerde yer de bulunamıyor kitap da.
Kütüphaneler kitapların nicelikleriyle değil, nitelikleriyle var olurlar. Bizim çoğu kütüphanelerimizin dışları hoş ama içleri boş. Onun için işlevlerinden saptırılıp bir başka amaca yönlendiriliyorlar. Öğrencilerin ders yaptıkları yere dershane, çalıştıkları yere seminer kitaplığı, araştırma yaptıkları yere ise kütüphane derler. Bunları Şark kurnazlığı ile karıştırır ya da bir araya toplama gibi kurnazlığa saparsanız, ortaya bunların toplamı değil, koskocaman bir hiçlik çıkar…