Liberalizm görmüş Türk edebiyatı: Türkçe edebiyat
Dil ideolojik bir aygıttır. İnsan varoluşunu ve hayata bakışını belirleyen düşünce örüntülerini dili kullanma biçimi ile ilan eder. Kullandığımız sözcükler, sözcükleri telaffuz biçimimiz bizim ideolojik perspektifimizin dışavurumudur. Nasıl ki derimiz kemiklerimizi, kemiklerimiz organlarımızı korumak ve saklamak için yükümlülerse kullandığımız dil de varoluşumuzu inşa ettiğimiz fikirleri korumak ve saklamakla yükümlüdür.
Dil, kişinin ideolojik pozisyonunu; yaşam biçimini ve değerlerini yansıtan en güçlü aynadır. Fikir içselleştirilememiş olsa da dilde estetize edilerek alıcıya bir mesaj sunulur. Konuşma esnasında “İnşallah, maşallah, estağfurullah vs.” gibi ifadeler alıcıya bizim inanç durumumuz ile ilgili bir mesaj verir. Kanal ne kadar dinî referanslıysa alıcı da göndericinin hayatı algılayışındaki dinin ne kadar önemli yer teşkil ettiğini anlar. Benzer şekilde bir kişi “işçi sınıfı, emek-sermaye çelişkisi, grev, özgürlük vs.” kavramlarını kullanıyorsa o kişinin ideolojik perspektifi kullandığı sözcüklerle ortaya çıkmış olur. Ancak her ifade kendi ideolojik konumunu ve felsefi altyapısını bu kadar çabuk ele vermez. Örneğin “Her yerde ve her koşulda barış!” diyen bir kişinin sözü ilk başta sempatik ve görece kabul edilebilir gelir kulağa. Ancak cümlenin felsefi altyapısı bu cümleyle bütün adalet mekanizmasını reddetmemiz gerektiğine ilişkin bir sonuca da götürebilir bizi. Bu sözün sahibi bir terörist ve o teröristin öldürdüğü onlarca kişinin barışması gerektiğini de savunuyor olabilir. Barış kelimesi anlam dünyamızda olumlu bir referansa sahip olsa da bir suçlu aklama aracı hâline de getirilebilir. Bunu da çok kolay sloganla kitlelerin zihnine ve ruhuna işleyebilir: Her yerde ve her koşulda barış!”
Dildeki ideolojik kutuplaşma ve alt metnin işaret ettiği gerçekse edebiyat söz konusu olduğu zaman çok daha etkili bir biçimde ideoloji aktarımı aracı hâline gelebilmekte. Edebiyatımızda yaşanan Türk edebiyatı mı?/Türkçe edebiyat mı? Gerginliği de bir kavram sorunu olarak görülse de arka planında güçlü bir ideolojik çatışma barındıran bir sorunsaldır. Meselenin ortaya çıkışı SSCB’nin yıkılmasıyla sol cenahın antikapitalist motivasyonunun yara alması ve sosyalizme olan inancını kaybeden sol görüşlü edebiyatçı ve aydınların bir kısmının çıkış yolu olarak gördükleri liberalizm ve etnik milliyetçiliği rehber edinmeleriyle yakından ilgilidir. SSCB’nin yıkılışıyla birlikte sol cenahın içindeki bu dağılma sol entelektüellerin kapitalizmle uzlaşarak yenilgiyi kabul edip liberalizmin ajandasına uygun olarak serbest piyasacı bir sistemin inşasına kültürel kodlama yoluyla katkı sağlama şeklinde gerçekleşmiştir. Batı’nın cumhuriyet rejiminin antiemperyalist tavrını küreselleşme kilidiyle açma projesine uygun kişileri sol cenahtan devşirmesi küreselleşmeci fikirlerin sol cenahta da ilgi görmesine sebep olmuştur. Küreselleşmenin felsefi altyapısını oluşturan Truva atı ise postmodern edebiyatla Türkiye’ye giriş yapmıştır.
Sermaye ve emek çelişkisinde yenilgiyi tadıp kapitalizmle bütünleşme sürecini kabul eden sol entelijansiya yeni bir ülkü olarak demokratikleşme hedefini şiar edinmiştir. Bu şiar doğrultusunda yaptıkları tahliller sonucu Türkiye’nin demokratikleşmesi önündeki en büyük engel olarak cumhuriyet rejimini ve bu rejimin kurucu felsefesi olan Kemalizm’i görmeye başlamışlardır. Sol entelijansiyanın liberalizmle bütünleşip “sol liberal” adını alan kesimi bütün sorunların kaynağı olarak gördükleri cumhuriyet rejimi ve Kemalizm’le hesaplaşıldığı vakit Türkiye’nin demokratikleşmesi önünde hiçbir engel kalmayacağı fikrinde birleşmişlerdir. Bu bütünleşme cumhuriyet rejiminin bütün ilkelerini reddetmeye varan bir inkâra evrilmiştir. Bu fikri teorize edip yayınlarında işleyen sol liberaller, cumhuriyet karşıtlığında etnik milliyetçiler ve siyasal İslamcılarla bir diyaloga girişmişler ve bu diyalog sonucu Post-Kemalizm denilen bir entelijansiya ittifakı ortaya çıkmıştır. Temel değerleri yönünden birçok çelişkileri olmasına rağmen ortak düşman olarak belirledikleri cumhuriyet ve kurucu felsefe olan Kemalizm’e karşı bu çelişkileri görmezden gelip bütün eleştirel tavrı cumhuriyet rejiminin inşa ettiği yapıya yöneltmişlerdir.
Post-Kemalist ittifakın ret tutumundan Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşlık tanımı da nasibini almıştır. İttifakın entelektüel ayağını oluşturan sol liberallere göre Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesin Türk vatandaşı kabul edilip eşit sayılması cumhuriyetin bir dayatmasıdır. Bu dayatma etnisiteleri reddederek herkesi tek bir pota altında eritmektedir. Bu sebeple sol liberaller postmodernizmin parçalı kültür, alt kültür, tüm kültürlerin kutsanması ve ulusal aidiyetin reddedilerek etnik aidiyetin dayatılması anlayışına uygun olarak -sadece Türkiye özelinde olmak şartıyla- Türkiyeli ifadesi gibi ulusal aidiyeti işaret etmeyen tanımlamaları terminolojilerine sokmuşlardır. Bu terminoloji Türk ifadesini reddetmeyi demokratlığın bir göstergesi olarak sunmuş ve sol cenahta itibarlı hâle gelmiştir.
Post- Kemalist anlayışın edebiyatımıza yansımaları çok geçmeden kendini göstermeye başlamış ve 90’lı yıllarda “Türk edebiyatı yerine Türkçe edebiyat kullanalım.” itirazları ve talepleri gündeme gelmeye başlamıştır:
“Sadece halkın değil şairlerin de beyni yıkanıyor. Başkaları yıkamasa bile bazen kendi beyinlerini kendileri yıkıyorlar. Bundan on yıl önce Kürt kökenli olup kendini Kürt sayıp Türkçe yazan şairler arasında marazlı bir tedirginlik başlamış ve dışa vurmuştu. Aralarında sömürgecinin (kolonizatörün) dilinde yazmak bedbahtlığına uğradığını yazıp ağlayanlar bile vardı. Bu mutsuz şairleri mutlu etmek için bir çare bulundu ve Türk şiiri yerine Türkçe şiir deyişi icat edildi.”
Ancak bu talebin etnik milliyetçi ve sol liberal cenah haricinde karşılık bulması ikibinli yılları bulmuştur. Bu karşı buluş daha çok liberal tekel yayınevlerinin dayatması ve onların güdümünde kurulan dergilerin terminolojilerine “Türkçe edebiyat, Türkiye edebiyatı, yerli edebiyat” gibi Türk kimliğini dışlayıcı ifadeleri eklemeleriyle beraber yaygınlık kazanmaya başlamıştır.
Orhan Kahyaoğlu’nun hazırlamış olduğu Modern Türkçe Şiir Antolojisi bu ifadenin yaygınlaşmasına hizmet eden önemli çalışmalardan birisi olmuştur. Kahyaoğlu dil bilgisel ve anlam dizgesi bakımından yanlış olduğunu fark etse de Post-Kemalist politik hassasiyetleri dikkate aldığını belirterek antolojisinin ismini bu şekilde koyduğunu belirtmiştir:
‘Türkçe şiir’ tanımına gelirsek, bunu biraz açıklamaya ihtiyaç var. Şiir antolojilerinin çoğu ‘Türkçe şiir’den çok ‘Türk şiiri’ terimini kullanıyor. Ancak, bizim için belirleyici olan, modern şiiri yazan şairlerin yalnızca Türkler olmadığının çoktan ayrımına varmamız. Böyle bir ayrıma varmamızda, tabii ki Kürt sorununun, bu halkın otuz yıldır verdiği mücadelenin ve buna koşut olarak geliştirdiği kimlik arayışının payı büyük. Türkiye’de, yani Anadolu ve Rumeli coğrafyasında yaşayan her toplum veya topluluğun Türk olmadığının artık idrak edilmesi gerekiyor. Bugün ve önceki on yıllarda, anadili Türkçe olmayan ama hâkim ideolojinin sonucu Türkçe yazan çok sayıda şair bu antolojide yer alıyor. Biz de bu nedenle, bu türden şairlerin toplumsal kimliklerine duyduğumuz saygının bir sonucu olarak, ‘Türkçe şiir’in daha anlamlı bir karşılığa denk geldiğini düşünüyoruz. Bir başka husus da Türkçenin kutsanan bir dil olarak algılanmaması gerektiğidir.”
Cumhuriyetin eşitlik prensibine göre inşa etmiş olduğu ulusal kimlik tanımının yanlış olduğu bu yüzden de etnik milliyetçi kesimin incindiğini imleyen Kahyaoğlu’na göre bu incitici tutumu terk etmek ve liberalizmin felsefesi olan postmodernizmin çokkültürlülük/etnik olanı kutsama anlayışlarına uygun olarak kavramkarın güncellenmesi gerekmektedir. Bu yüzden antolojiye Modern Türkçe Şiir Antolojisi adı verilmesi daha uygundur.
Orhan Kahyaoğlu’nun bu tutumu Post-Kemalist cephede coşkuyla benimsenirken cumhuriyetçi kesimde rahatsızlık yaratmıştır. Bu rahatsızlığı en üst perdeden dile getiren kişiyse Kahyaoğlu’nun antolojisinde yer verdiği şairlerden olan Özdemir İnce olmuştur. İnce, bu isimdeki bir antolojide yer almayı kabul edemeyeceğini ifade etmiş ve yayınevine noter kanalıyla gönderdiği ihtarnamede antolojinin yeni baskılarında isminin yer almasını istemediğini belirtmiştir. Özdemir İnce bu çıkışından sonra konuyu gündeminden düşürmemiş gerek kendi sitesinde gerek Aydınlık ve Cumhuriyet gazetesindeki köşelerindeki yazılarında “Türkçe edebiyat” ifadesinin uydurma bir ifade olduğunu, kasıtlı olarak dil bilgisel bir yanlış yapıldığını ve bunun siyasi bir tercih olmasına rağmen edebiyatçılara dayatıldığını ifade eden yazılar yazmıştır:
“Türkçe yazan Kürt kökenli şairler ‘Türk şiiri’ dememek için “Türkçe şiir’i kullanmayı yeğliyorlar. Bu yöntemin doğru olup olmadığını anlamaları için benim yöntemimi uygulasınlar, ‘Türkçe şiir’i İngilizce ve Fransızcaya çevirsinler. Bakın ne oluyor: ‘Poetry in Turkish’ ve ‘Poésie en turc’ ya da ‘Poème en turc’... Bunların Türkçe anlamı şudur: Türkçeye aktarılmış, yani çevrilmiş şiir. Oysa kendileri Türkçe yazıyorlar...
Demek ki Türkçe yazan Kürt kökenli şairler ‘Türkçe şiir’ önlem ve yöntemiyle kendilerini tanımlayamayacaklar.
Yabancılar, örneğin İngiliz ve Fransızlar, şairlerin etnik kökenleri ne olursa olsun Türk diliyle yazılmış şiirleri ‘Turkish poetry’ ve ‘Poésie turque’, yani ‘Türk şiiri’ olarak tanımlarlar, tanımlayacaklar. Metin Kaygalak ve Mehmet Butakın söz konusu olduğu zaman da kendilerini Kürt olarak tanımladıkları için, ‘Kürt kökenli Türk şairi’ tanımını kullanırlar. Bu tanımdaki ‘Türk’, söz konusu şairlerin vatandaşlığını ve yazdıkları dili işaret etmektedir.”
Meseleyi Türk edebiyatında en kapsamlı olarak işleyen ve şair ve yazarların konu hakkındaki görüşlerine başvuran dergi ise KANON 2010 dergisi olmuştur. KANON 2010’da Kaan Eminoğlu tarafından hazırlanan “Türk edebiyatı mı? Türkçe edebiyat mı?” dosyasına Şükrü Erbaş, Veysel Çolak, Metin Cengiz, Gültekin Emre, Tarık Günersel, Özkan Mert, Furkan Çalışkan, Volkan Hacıoğlu, Mazlum Çetinkaya, Abdullah Harmancı, Mine Ömer, Hayati Baki, Fahrettin Koyuncu, Hüseyin Köse, Ayşegül Tözeren, Zafer Acar, Onur Caymaz, İbrahim Oluklu, Barış Erdoğan, Hayriye Ünal ve Mustafa Ergin Kılıç gibi birçok önemli isim yazılarıyla katkıda bulunmuş ve meselenin edebiyat kamuoyunun gündeminde kalmasını sağlamışlardır.
KANON 2010 dergisinin yapmış olduğu dosyanın edebiyat kamuoyunun dikkatini çekmesi sonucu Budak ve Varlık dergileri konuyla ilgili dosya hazırlamış, Aydınlık gazetesi ise Türkiye’nin önemli şair ve yazarlarının katıldığı bir soruşturmayı sayfalarına taşımıştır. (Ataol Behramoğlu, Seyyit Nezir, Hüseyin Haydar, Füruzan, Hidayet Karakuş, Feyza Hepçilingirler, Hüseyin Ferhad, Faruk Duman, Suat Duman, Kaan Eminoğlu, Ali Kandaz, Hakan Bıçakçı, İnci Aral, Kemal Ateş, Eray Sarıçam, Ayla Kutlu, Tunca Arslan, Mustafa Akar, Pınar Ekinci, İrfan Yalçın, Mario Levi, Sina Akyol, Barış Erdoğan, Berna Durmaz, Gülşah Elikbank) Bu dosyalarda edebiyat kamuoyunun Türk edebiyatı ifadesini benimsediği bu tanımın bilimsel hakikate uygun olduğu, Türkçe edebiyat ifadesinin ise duygusal alana içkin bir ihtiyaçtan ortaya çıktığını ifade eden şair ve yazarlara karşı en sert yazılar ise T24 sitesi yazarlarından gelmiştir. Şair Roni Margulies konu hakkında 2020 yılında yazdığı yazıda Türk edebiyatı ifadesine olan karşıtlığın sebebinin bilimsel değil duygusal olduğunu, meselenin özünde cumhuriyetin kimlik tasarımına karşı duymuş olduğu öfke olduğunu şu şekilde ifade etmiştir:
“Bu dayatıcılar, ‘Türk edebiyatı’ ifadesini sorgulayarak işi yokuşa sürenlerle karşılaştıklarında şöyle derler: ‘Yahu, bu topraklarda yaşayan herkes Türk’tür, ne var bunda? Kardeş kardeş yaşayıp gidiyoruz işte, hepimiz Türk’üz, hepimiz Türk edebiyatı yazıyoruz.’ Cahil midirler, yalancı mı, hem cahil hem yalancı mı, bilemiyorum elbet. Ama yalancı değil, cahil oldukları varsayımıyla, Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının ‘Türk’ konusunda yazıp çizdiklerini okumalarını, sonra da Cumhuriyet tarihi boyunca Türk/Müslüman olmayanların başına gelenleri incelemelerini öneririm.”
Mesut Varlık’ın T24 sitesinde yazmış olduğu “Türkçe Şiir” savunusu ise Türk şiiri ifadesini savunan herkesi ırkçı ilan eden toptancı bir yaklaşımı ele alan bir tutumun yansımasıdır. Varlık’ın yazısında Türkçe edebiyat ifadesinin doğru olduğunu ispatlamak için başvurduğu örneklerden “Tacikistan’ın bir Türk devleti olduğu” savı ise kelime anlamı itibarıyla “Türk olmayan” anlamına gelen, İrani bir kavim olan Tacikistan’ı Türki bir devlet gibi lansetmesi ise yazının bilimdışı alanda kalmasına ve duygusal bir reaksiyonerliğin dışavurumu hâlini almasına sebep olmuştur:
“Edebiyatı milliyetçi perspektiften okumaya devam etmeyi tercih eden edebiyatçıların olması anlaşılabilir. Ancak bunun bir seçim değil, değiştirilmesi teklif dahi edilemez bir hakikat bilgisi olduğunun iddia edilmesi kültürel faşizmdir: Kendi muhayyel icadının hakikat olarak dayatılmasıdır. Aksini veya gayrısını söylemeye kalkışanların cezalandırılmasında bir beis görmeyen, bundan tatmin duyan bir anlayışı hoş karşılamak mümkün değil elbette. Edebiyatımızdan bahsederken ‘Türkçe Edebiyat’ demekten çekinmek, utanmak nedendir?”
Sonuç itibarıyla edebiyatımızda doksanlı yıllardan beri tartışılan bu konu edebiyatın ve dil bilgisinin çeperini aşmış ve siyasal bir yaklaşımın dışavurumu hâline gelmiştir. Edebiyat terminolojisi ve dil bilgisel doğruluk açısından Türk edebiyatı ifadesinin doğruluğu su götürmez bir gerçek olarak görülürken devreye siyasi kanaatlerin belirlediği duygusal tercihler girdiği anda edebiyatçılar nezdinde Türkçe edebiyat ifadesi de itibar görmeye başlamıştır. Özellikle Türkçe edebiyat ifadesini benimseyen büyük tekel yayınevlerinin yaptığı reklam edebiyatçılar üzerinde etkili olmaya başlamıştır. Fransız edebiyatı, İngiliz edebiyatı, Rus edebiyatı, Alman edebiyatı gibi kavramları kullanan yayınevi, dergi, kitabevi ve editörlerin bu kavramların yanında Türkçe edebiyat ifadesini kullanması düşünce dizgelerine göre Türkiye haricinde hiçbir ülkede farklı etnisitelerden insanların olmadığına ilişkin bir kanaatin de dışavurumu olarak algılanmaktadır. Bu ikircikli tutum Türk edebiyatını savunan cumhuriyetçi yazarlarda önemli bir hassasiyet yaratmış ve bu hassasiyet sonucu sert tepki yazıları yazılmaya başlanmıştır. Meseleye daha romantik pencereden bakan orta yol bulma telaşındaki edebiyatçılar ise “Türkçe kelimesinde de Türk ifadesi geçiyor, bırakalım Türkçe edebiyat desinler.” Anlayışının geliştiği ve her iki tarafa da makul davranmaya çalıştıkları görülmektedir. Son tahlilde cumhuriyet rejimine ve Kemalizm’e bakışın bir tepkisel ürünü olarak ortaya çıkan Türkçe edebiyat ifadesinin Türk edebiyatı ifadesine rakip olma serüveni edebiyatın değil, siyasetin de belirlediği bir sonuç olarak edebiyat gündemimizdeki ağırlığını hissettirmeye devam etmektedir.
Türk edebiyatında kaşınıp kaşınıp kanatılan bir yara olarak karşımıza çıkıyor “Türk edebiyatı mı yoksa Türkçe edebiyat mı?” tartışması. Sorunun sorunsala dönüşmesine sebep olan tavırsa Türkçe edebiyat savunucularının Türk edebiyatı kavramını kullanan herkesi “faşist, ırkçı, kafatasçı” etiketleriyle bir torbaya doldurup meseleyi tartışma alanından çıkarıp kendi haklılıklarının kabulünde uzlaşılması talebiyle uyguladıkları stratejiden kaynaklanıyor. Meseleyi siyaset bilimi, tarih, şiir teorisi ve dil bilgisi gibi birçok disiplinle tartışma imkânı varken Türkçe edebiyat savunucuları için kendi fikirlerini kabul etmeyen herkes faşizm bayrağı altında birleşmiş barbarlar olarak nitelendirildiği için tartışmada bir arpa boyu yol alınamıyor. Meselenin gündeme gelmesiyle beraber Twitter’da yaptığımız canlı yayına binlerce kişi katıldı. Yayından sonra Türkçe edebiyatçılara yapmış olduğum canlı yayında tartışma teklifi hepsi tarafından reddedildi. Kendi konfor alanından bir tezi savunup yanlışlanabilecek ortama girmenin korkusu Türkçe edebiyat savunucuları için prestik felaketi yaratacağı için bu tavırları anlaşılabilirdi. Meseleyi doğruyu ortaya çıkarmak değil de haklı çıkmak üzerine kurarsanız, doğru işinize gelmediği zaman susma seçeneğine sarılırsınız.