Lübnanlaşma

Kulağa hoş ve zararsız gelen “Türkiye’nin renkleri”, “Farklılıklar zenginliğimizdir”, “Türkiye’nin etnik ve mezhepsel mozaiği” gibi sözler, emperyalistlerin parçalamak istedikleri ülkelerde, bilerek veya bilmeyerek kendilerine hizmet edenlerin kullandıkları sözcüklerdir.
Bu sözcükler Türkiye’de Büyük Kürdistan Projesinin, daha doğru bir söylemle, Sevr’in hayata geçirilmesi için düğmeye basılmasından sonra özellikle de numaralı Cumhuriyetçiler ve bölücüler tarafından kullanılmaya başlanmıştır.
Yeni dönem TBMM’nin oluşumu için de benzer değerlendirmeler siyasiler ve basının içinde yer alan numaralı Cumhuriyetçiler ve bölücüler tarafından da sıkça dile getiriliyor. Milletvekili seçilenlerin liyakatı değil, adayların “Ermeni”, “Roman” nitelikleri kamuoyuna sunuluyor.
Sadece bu nitelikleri ön plana çıkartıldığına göre, bu kişiler “Ermeni” veya “Roman” olmasalardı, milletvekili olmaya layık değiller miydi?
AKP bir adım daha ileri giderek seçim beyannamesinde “...Milletimizin teveccühüyle hazırlayacağımız özgürlükçü ve insan odaklı yeni anayasa ile ...toplumsal farklılıkların siyasal temelinin sağlandığı... yeni bir siyasal sisteme geçebiliriz”e yer verdi.

DEMOKRATİK SİSTEMLERİN ZEMİNİ
Beyanname, mevcut anayasanın çizdiği siyasal sistemin değiştirileceğini açıkça söylüyor. Bu yeni sistemde, toplumsal farklılıkların “siyasal temsili” sağlanacakmış.
Bu neyi getirir hiç düşündünüz mü?
Bu, ulus devletin Lübnanlaşmasını, yani kültürün kültüre, ırkın ırka karşı geldiği bir gerilim ve çatışma ortamını yaratır.
Temel talepleri bu yönde olduğu için buna elbette HDP’den bir tepki gelmesi beklenemezdi ama diğer partilerden de bir tepki gelmedi.
Böyle bir yapılanma derin bölünmelere neden olur. Bu durum emperyalist güçlerin müdahalesine açık, toplumsal ayrışmayı getirir.
Anayasanın, “milletin bölünmezliği” ilkesini görmezden gelerek seçim öncesinde, “Kürt siyasal hareketinin parlamentoda temsili önemlidir” diyenler, bu söylemleriyle etnik temelde siyaset yapılmasına yeşil ışık yakarak, bilerek veya bilmeyerek AKP’ye, ayrılıkçılara ve Sevr beklentisi içinde yaşayanlara destek vermiş oldular.
Diğer bir söylemle Lübnanlaşmaya, Balkanlaşmaya bilmeden de olsa destek vermiş oluyorlar.
Demokratik sistemlerin parlamentolarında temsil; etnik, mezhepsel, dinsel farklılıklar zemininde değil, siyasal fikirler zemininde oluşur. Din, mezhep, etnisite gibi toplumsal farklılıklar etrafında siyasi temsil teşvik edilirse, öyle bir düzene demokrasi denemez. Böyle ayrıştırılan bir ulus barış içinde yaşayamaz.
İşte bu Lübnanlaşmayı getirir.
Lübnan parlamentosundaki sandalyeler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasında eşit olarak bölünmüştür. Hıristiyanların ve Müslümanların içindeki alt inanç gruplarına da (toplam 18 dinsel/mezhepsel grup) sabit sayılarda sandalye kotaları ayrılmıştır. Keza bazı üst düzey siyasi görevler de belli inanç gruplarına tahsis edilmiştir.
Bu kadar bölünmüşlük Lübnan’ı, 1975-1990 arasında 15 yıl süren bir iç savaşa sürükledi. Her dinsel/mezhepsel topluluk kendi dar çıkarları peşinde olduğundan, yapılan seçimler sonrası hükümet kurulması bile aylarca süren çabaları gerekli kılıyor.
Bazı dinsel gruplar kendilerini savunabilmek için silahlı milisler oluşturmuş durumda. Ülkedeki iç barış bıçak sırtında duruyor. Mevcut yapı, Lübnan’a yabancı müdahalesini de davet ediyor.
Bu Orta Doğu coğrafyasında karışık etnik, dinsel, mezhepsel yapıyı ve bunun ortaya çıkardığı sonuçları görünce, Cumhuriyeti kuranların “Laik Ulus Devlet” modelini neden benimsediklerini anlamak kolaylaşıyor.
Türkiye elbette yarın Lübnan olmayacaktır.
Ancak Lübnan, ulus devlet ve laiklik temellerinin zayıflatılarak “farklılıklarının” altının çizilmesi aymazlığının sürdürülmesi halinde varılacak yeri gösteren canlı örneklerden birisidir.
Bu sonuç bizi, etnik-dinsel, mezhepsel ölçeklerde bölünmüş toplum tiplerinde, laik, liberal siyasal ve toplumsal temsil sisteminin ve ulusal ölçekli devlet modelinin gerisine götürür.