Made in USA

Şahlanışını göstermek için 1945’in sonuna doğru Nagazaki ile Hiroşima’ya atom bombaları atan Amerika, İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminde kendini barışın sahibi ilan etti. Artık demokrasinin bir numaralı savunucusu, Avrupa’nın da kurtarıcısıydı. Bundan sonra Avrupa’yı Sovyet tehlikesine karşı komünizmden korumakla yükümlüydü.

Truman Doktrini doğrultusunda hâkimiyetinin ağlarını örmeye başlamıştı. “Soğuk Savaş” başlıyordu. Türkiye bunlardan nasibini almaya istekliydi. Savaş biter bitmez 5 Nisan 1946’da Missouri zırhlısının İstanbul’a gelmesi coşkuyla karşılandı. 6 Nisan’da Cumhurbaşkanı İnönü ile Başbakan Saracoğlu, Missouri’nin komutanı Hewitt ile Truman’ın özel elçisi Wendell’i konuk etti. “Amerikan Donanması’na mensup gemiler bize ne kadar yakın bulunursa o kadar iyi olur!” diyordu İnönü. Bu coşkulu karşılama, İstanbul genelevlerinde Amerikan askerlerine misafirperverliğimizin hakkının verilmesiyle taçlanacaktı! Bu tarihlerden itibaren Amerikalıların sarkıntılık, taciz v.b. adli davaları başlayacak, halkın da tepkisini çekecekti.

AMERİKA SEVDALILARI

Atatürk’ün ölümünden sonra çok şey değişmişti. Basında, politikada, ticaret erbabı arasında Amerikan sevdalıları köşe başlarını tutmuştu. 1948-49 döneminde Türkiye, 59 milyon dolar Marshall yardımı aldı. Zekeriya Sertel, magazin dergiciliğini Türkiye’de ilk defa uygulamak adı altında Amerikan rüyasını halkın gözüne sokuyordu. Mandacılar hortlamıştı. Falih Rıfkı Atay bile bu havaya girmişti. Amerika Sovyetlere “Ben artık Türkiye’deyim!” diyerek gözdağı veriyordu.

Savaş bitiminde Amerika’dan beklentisi olan ülkeler vardı ama savaşa girmemeyi başarmış, devrimci Cumhuriyet’in Amerika’ya ihtiyacı var mıydı? Belki de Sovyet baskısını tek başına göğüslemek istemiyordu. Hangisi İsa’ydı hangisi Musa’ydı bilmiyorum ama herhalde kendini iki kutup arasında sıkışmış hissediyordu! Amerikan yüzyılı başlamaktaydı!

Missouri zırhlısı güvenliği sağlamak adına (!) İstanbul’daydı. Hatta Valilik, Missouri’yi gönderirken yine misafirperverliğimizi kanıtlamak için yüksek öğrenim gençliği ile halkı, saat 9.00’da Galata Yolcu Salonu’na çağırdı. Karşı çıkmak kimsenin aklına gelmiyordu. Sesini çıkaranlar olsa da kimse işitmiyordu. ABD’nin destek verdiği Güney Kore’ye Türkiye’nin 1950’de 4500 asker göndermesiyle bu birliktelik sağlamlaştı.

HALDUN TANER’İN HİKAYESİ

Varlık Yayınları 1951 yılında, Haldun Taner’in “Tuş” adlı hikâye kitabını yayınladı. Taner, “Made in USA” adlı hikâyesinde Amerikan kültürünün toplumda yaratacağı yozlaşmayı çok önceden görmüştü.

Hikâyenin kahramanı, arkadaşının doğum gününde tanıştığı Amerikalı subaya âşık olup birkaç gün içinde evlenme aşamasına gelen bir genç kızdır. Amerikan bezinden yapılan üniformalı gençler, kızlar arasında rağbettedir. Genç kızın çevresindeki erkeklerle yaşadığı rahat sosyal atmosfere rağmen Fred O’Connor’ı tercihi, hayranlık duyduğu Amerikan kültürün yansımasıdır. Bir süre sonra Amerikan subayı sandığı gencin İzmirli tanınmış bir ailenin oğlu olduğunu, bakire kızları elde edebilmek için böyle bir oyun oynadığını öğrenir.

Yazar, hikâyede, Amerikan hayranlığını dil üzerinden anlatır. “Serap’ın birhtday’i idi.”, “Tarabya’da baş başa fıve o’clock tea.”, “Sularda titreşen moonlight.” Sosyal ortam, partiler, kısaca yaşam biçimi değişmektedir. Genç kız, Fred’le evlenmesine karşı çıkan; öz kültürünü, onun ürünü olan değerler sisteminin temsilcisi olan babasını eski moda hatta gülünç bulur; konuşmasıyla alay eder.

ÖZENTİNİN YARATTIĞI YOZ İNSAN TİPİ

Fred ile evlilik kararını bildirmesi üzerine babasıyla yaşadığı tartışmayı naklederken kullandığı “Ve Arapça izafet terkiplerinin geçit resmi yaptığı yarım saatlik bir old fashioned, ridiculos bir diskur geçti. Bu arada yeni yeni bazı vecizeler de öğrendik. Meğer bir memleketin “seviyeyi ahlakiyesi” genç kızlarının “etvar ü harekâtıyla” ölçülürmüş. What a mentality? Şu hale nazaran koca memleketin namusu senin, benim ve bizlerin eteklik kopçalarımıza bağlı. Görüyorsun ya, yıllardır ne dar kafalı muhitte yaşamışım. Hitler efendi bile milliyet hissini belden bu kadar aşağı düşürmemişti.” cümleleriyle yazar, milli değerlere vurgu da yapar. Bu cümleler, o yıllardaki ahlak anlayışıyla okunmalıdır.

Hikâyede Amerikan kültürüne duyulan özentinin yarattığı yoz insan tipi, anlatılanlar henüz gerçekleşmeden, değerlerle çatışır durur. Tarih, edebiyatla derinlik kazanır. Taner’in 50’li yıllardaki öngörüsü keskindir. 60’lardan itibaren 80’lere kadar edebiyatta buram buram yurtseverlik okunur. Sistemin dışına çıkanlar olsa da 90’lar, 2000’ler edebiyatı postmodernizm zırvalığında yurtseverlikten çok uzak.

ABD ile hesaplaşmaya gidiyoruz. Edebiyat “ne zaman” buna ayak uyduracak? Çok satanlar edebiyat raflarında “ne zaman” Türkiye’ye yer açılacak? Yazarlarımız sistemin hegemonyasından kurtulup “ne zaman” Amerika’ya kafa kaldıracak? “Ne zaman” bağımsız olacak? Ne zaman?