Maden

Kimi filmler, kurmaca da olsa, fena halde yaşamı önceliyor. Ya da yaşamda karşılaşacağımız kimi olayların çok önceden habercisi olabiliyor. Bu yaklaşım, yalnızca bili-kurgu filmleri açısından değil, kimi sorunları dert edinen filmler için de geçerli.

Örneğin Fritz Lange’ın, “Metropolis” filmini ele alalım. 1926’da yapılan bu film, o dönemde düşlenmesi bile olanaksız olan her bir şeyi, dışavurumcu sinemanın argümanlarını kullanarak öncelemişti. Bilim adamlarının bile hayal edemediği robot, sinema tarihinde ilk kez bu filmde kullanılmış; ayrıca buna benzer bir çok kentsel veriler, yine bu filmde, bilim-kurgunun hoşgörüsüne ya da yaratıcılığın sınırsızlığına dayandırılarak anlatılmıştı.

Dünyada birçok şeyi önceleyen onlarca -hatta yüzlerce- filmden söz edebiliriz. Bizim sinemamızda benzer örneklere az sayıda da olsa rastlamak olası. Gündelik basında, zaman zaman gerçek yaşanan güncel olaylarla ilişki kurularak, kimi filmlere gönderme yapıp “şu filmdeki olaylar gerçek oldu” gibisinden haberlere rastlıyoruz. Ama bunlar çoğunlukla “Züğürt Ağa” filminde olduğu gibi magazin kulvarında kullanılan haberler oluyor.

Bir de, derdi olan ve genelde toplumsal içerikli filmler olarak adlandırdığımız filmlerin öncelediği, kimi konular var. Örneğin, Yılmaz Güney’in senaryosunu yazdığı, Şerif Gören’in yönetmenliğini yaptığı ve bize 1981’de Cannes Film Festivali’nde, Gosta Gavras’ın “Kayıp” filmiyle birlikte Altın Palmiye ödülünü kazandıran “Yol” filmi gibi. Bu film, bir yerinde “Kürdistan” yazısını kullandığı için yıllarca ülkemizde gösterilmesi yasaklanmıştı. Filmin uzun bir süre yurtiçinde yasaklanmasına neden olan bu kelimeyi, bugün herhalde kullanmayan tek bir kişi bile kalmadı.

Yine bu açıdan Lütfi Akad’ın yıllar önce yaptığı “Hudutların Kanunu” filminde anlattığı sınır boyundaki kaçakçılık sorunu. Bu önceleyen değil ama, yıllar önce bir sorunun altını kalın çizgilerle çizen bir filmdi. Aynı sorunun günümüzde de benzer bir şekilde sürdürülmesi ve hele bilinen bir olayda birçok kişinin ölmesi, kimi filmlerin yaşamdakinden daha önce sorunlara eğildiğinin bir kanıtı olduğunu da göstermiyor mu?

Son olarak Yavuz Özkan’ın “Maden” filminden söz edeceğim. Bilindiği gibi film maden işçilerinin yaşamından bir kesit sunuyordu. Bu kesit içinde, emeğin sömürülmesinden sarı sendikacılığa, çalışma koşullarının ilkelliğinden, yaşam savaşına dek, bu konuyla ilgili her bir sorun dile getirilip, o yıllardaki sansürün izin verdiği oranda anlatılıyordu.

Bütün ülkemizi yasa boğan maden kazası bana bunları anımsattı. Uzman olarak dinlediğim hemen hemen herkes, bu filmlerin bizlere çok önceden, kurmaca olarak görüntülediklerinin bir tekrarı gibiydi. Ama bir farkla: ölenler gerçek, filmlerdeki ise yalnızca kurmacaydı.

Evet, kimi filmler fena halde yaşamı önceliyor. Ama buna karşılık yaşamdaki kimi gerçekler de fena halde ıskalanıyor. Filmlerin amacı yaşamı (gibisi) gibi yapıp-göstermek, yaşamınki ise -çoğu zaman- acı ve kahredici bir gerçek oluyor. . .

Tabii bir de yaşamın filmlerdeki gibi geri dönüşleri olmuyor.