Mahmut Esat Bey, neden bozkurt? (1) -(TAMAMI)

Türlü nedenlerle Cumhuriyet düşmanı olanların bir numaralı hedef tahtası yaptıkları Mahmut Esat Bozkurt kimdir; nasıl bir tarihsel, toplumsal ve siyasal ortamın ürünüdür? Neredeyse eşeklerle bile empati kuranlar bunları araştırmak ve öğrenmek zahmetine katlanmıyorlar. Ağızdan dolma, kulaktan duyma, bağlamından kopartılmış birkaç cümleyi kullanarak bir kahraman ve dâhiyi yok etmek istiyorlar.

Bunlardan birine “Mahmut Esat beyin soyadı neden Bozkurt?” diye sorsanız, ağzından sular akarak “Irkçı, Turancı, Pantürkist olduğu için” tarzında bir cevap alırsınız.

Acaba öyle mi?

Önce hayatı

1892 yılında Kuşadası’nda doğan Mahmut Esat Bozkurt, Türkiye Cumhuriyeti’nin hukukî temellerinin atılmasında en büyük payı olan bir devlet adamı ve Türk Devrimi’nin ideolojisi olan Kemalizmin en önemli kuramcısıdır. İzmir İdadisi’ni bitirdikten sonra II. Abdülhamid’in istibdat yönetimine karşı mücadeleye katılan dayısı Ubeydullah Efendi ile birlikte İstanbul’a gelerek 1908’de Hukuk Mektebine girmiş. 1912 yılında buradan mezun olduktan sonra İsviçre’nin Fribourg Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde yeniden hukuk öğrenimi görerek önce lisans diploması almış, sonra “Osmanlı Kapitülasyonları Rejimi Üzerine” (Du régime des capitulations ottomanes) adlı doktora tezi ve “Summa Cum Laude” onur derecesi alarak hukuk doktoru olmuştur. 1919 yılında İsviçre’nin Lausanne kentinde kurulan Türk Talebe Cemiyeti’nin başkanlığına seçilmiş.1919’da yurdun işgali üzerine derhal İsviçre’den ayrılıp arkadaşları Şükrü ve Kazım Nuri Bey’lerle Anadolu’ya dönüp Kuşadası bölgesinde Kuvvayı Milliye’yi kurarak efelerle birlikte Milli Mücadele’ye katılmıştır.

23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi’ne giden Mahmut Esat Bey, milletvekilliğini 1943 yılında, 51 yaşında ölümüne kadar sürdürmüş. 1922’de Rauf (Orbay) Bey kabinesinde 30 yaşında İktisat Vekili olmuş; bu görevi sırasında Ziraat Bankası’nın ıslahı, çiftçi kredi kooperatiflerinin kurulması, esnaf örgütlerinin yeniden düzenlenmesi, Emlak ve Eytam Bankası’nın kurulması önemli işler başarmıştır.

17 Şubat 1923’te İzmir’de Türkiye İktisat Kongresi’ni toplamış; 1924 yılında Adliye vekilliğine getirilen Mahmut Esat Bozkurt, 1925 yılında Ankara Hukuk Mektebini de kurmuştur.

17 Şubat 1926 günü TBMM’de oybirliği ile kabul edilen Medeni Kanun’un mimarıdır. Türk Ceza Kanunu, Kabotaj Kanunu, Ticaret Kanunu, Hukuk Mahkemeleri Usulü Kanunu gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuk sisteminin temel yasaları onun bakanlığı döneminde, 1926 yılında kabul edilip yürürlüğe girdi.

Ayrıntılar

Mahmut Esat Bey, hiç kuşkusuz sıradan bir insan değil. Bir dâhi olduğu da söylenebilir. Fribourg Hukuk Fakültesi’nde sunduğu doktora teziyle aldığı “Summa Cum Laude” derecesi, kuşkusuz, günümüzde yandaş ve cemaat üniversitelerinde verilen doktora (!) derecelerine benzemez. Bildiğim kadarıyla Batı üniversitelerinden alınan en yüksek doktora derecesidir. Osmanlıcada “aliyy-ül-a’lâ” (en yüksek) anlamına gelen bu dereceyi yirminci yüzyılda kaç Türk ya da Türkiyeli elde etmiş olabilir?

“Osmanlı Kapitülasyonları Rejimi” konusunu doktora tezi olarak seçmesine ne demeli? O yıllarda tam anlamıyla bir meydan okumadır. O yıllarda Avrupa’da kutsal ve dokunulmaz bir hak olarak kabul edilen bu sorunlu konuya saldırmayı göze almıştır. İlkin tez konusunu kabul ettirmesi (ki bu hiç kolay olmamıştır), ardından bu tabuyu inceleyip eleştirdiği metni kabul ettirmesi gerektirmektedir. Bunları başarmıştır.

Öyküsünü, Mucize Özünal’ın yazdığı Mahmut Esat Bozkurt, Kalpak ve Kartal” (Tudem Yayınları) adlı belgesel romanından okuyalım:

“Bu başlığı neden bu kadar zor kabul ettiklerini düşünüyor. Özellikle Kilise Hukuku Profesörü Pederazzin şiddetle itiraz etmişti. En büyük desteği Hukuk Felsefesi ve Roma Hukuku Profesörleri Jaccoud ile Tour’dan gelmişti. Fransız Medeni Hukuku Profesörü Le Gras ile İsviçre Medeni Hukuku Profesörü Aeby önemli olan çalışmanın bilimsel değeri olduğunu, bu ölçünün esas alınması gerektiğini kararlılıkla savunmasalardı belki de Ceza Hukuku Profesörü Bise ve Kamu Hukuku Profesörü Gabriel bu kadar içtenlikle kendisine yardımcı olamazlardı. Dört yıllık başarılı lisans öğretimini hepsi de takdir ediyorlardı. Ama iki yıldır, doktora sürecinde sanki gizli bir elle görünmez engeller yığılmıştı önüne. İşte birkaç saat önce bu hocaların önünde savunmuştu tezini. Sonuç bölümünü okurken bir yandan da onları gözlüyordu. ‘Kapitülasyonlar çağdaş anlamda bir antlaşma değil, bir ahitnamedir (anlaşmadır). Ahithame olduğu için verenin tek taraflı iradesiyle geriye alınabilir. Kaldı ki bir antlaşmayı bile tek taraflı olarak feshetmek mümkündür. Öte yandan, 1908’den beri bir meclisin Türkiye’de varlığı, meclisin yanı sıra öteki anayasal kurumların varlığı karşısında kapitülasyonlardan yararlanan devletlerin, uluslararası hukukun çağdaş hükümleri karşısında direnmeleri mümkün değildir.’ Başını kaldırmış hocalarına ayrı ayrı bakarak son tümceyi bir manifesto gibi söylemişti. ‘Artık Türkiye’nin kapitülasyonlar rejimine onay vermesi mümkün değildir’ [...] Hocalar bilimsel gerçekliğin bu denli yoğun, yalın ve apaçıklığı karşısında bu zeki, cesur Türk’ün başarısını onaylamakta gecikmediler.”

***

Tarih 24 Mart 1919 idi. Henüz Mustafa Kemal Samsun’a çıkmamıştı. Kurtuluş Savaşı henüz başlamamıştı. Kapitülasyonlar 24 Temmuz 1923 günü imzalanan Lausanne Antlaşması ile kaldırılacaktı...

NOTA BENE:

On yazı sürecek olan bu çalışmayı, Devrimçi Cumhuriyet’e ve onun kurucularına saygı ile sunuyorum.