Malatya'dan Makedonya'nın dağlarına: Türk devriminin iki Niyazi’si

Bir memlekete, tek bir Niyazi bile yeterli olurdu belki, ama Türk devrimi iki Niyazi’ye sahip olarak, ne denli bereketli bir toprakta yer aldığını kanıtladı galiba.

Şimdi diyeceksiniz, nerden çıktı bu Niyazi’ler ve Türk devrimi ile ne ilgileri var ki? Elbette var, nerde bir devrim varsa orada Niyazi’ler olmak zorunda. Bu, memleketin adına göre Francis te, Bolivar da, Orobindo da olabiliyor. Çünkü Niyazi bir kişilik tarzıdır, bir karakterdir, sadece bir isim olmanın ötesinde.

Niyazi’yi Niyazi yapan en önemli taraf, isyankarlığı ve “doğrucu Davutluğu”dur öncelikle. Bunlar olmadan Niyazi’lik yapamazsınız. Bu ismin sözlük anlamı, “boyun bükerek istemek” olmasına rağmen, bu bizim Niyazi’ler tam tersini yaparak, Niyazi adının anlamını bile değiştirdiler! Bunları saptadıktan sonra, şimdi Türk devriminin iki Niyazi’sine gelelim.

Bu Niyazi’ler, aslında Osmanlının Türkiye’sinde var olmuşlardı. Hem de birbirlerinden hiç haberleri olmadan. Nasıl haberdar olsunlardı ki, iki yüzyıl gibi bir zaman aralığı ile yaşamışlardı. Ama ortak tarafları, Osmanlı’nın payitahtı İstanbul idi. Biri Malatya’nın, diğeri Makedonya’nın dağlarından doğup, memleketin hemen her tarafında gezdikten sonra, İstanbul’da yolları kesişecekti. Burada da, istibdad ve gericiliğe karşı mücadeleleriyle, Türk devriminin denizine damlalar ekleyeceklerdi.

MESCİD VE MEYHANEDE DOST ÇAĞIRAN NİYAZİ

“Derya içinde damlayım, derya oldu hayran bana, / Yeryüzünde bir zerreyim, gökler oldu seyran bana.”

Dört yüz sene öncesinden bize dik durmanın dersini veren bu ses, Niyazi-i Mısri’nindir. Yandaşlığın, uzlaşmacılığın, boyun eğmenin ve yalakalığın esas karakter haline getirildiği günümüz Türkiye’sinde, kendimize örnek alacağımız ulu bir atamızdır Niyazi. Onun hayat hikayesi ve yazdıkları, günümüzün yılgınlığa düşmüş aydınına en büyük ilham kaynağı olacaktır çünkü. Niyazi, inandıkları uğruna canını veren fedai yapılı Türk insanından biridir, hem de en büyüklerinden birisi.

Muhammed Niyâzı-i Mısrî (1618-1694) Malatya’da doğdu. Malatya, Diyarbakır, Mardin, Bağdad, Kerbelâ ve Mısır gibi zamanının en önemli kültür merkezlerinde yıllarını geçirdi doğru ve güzelin peşinde. Bu merkezlerde İslam'ın görünür anlamı yanında, batıni denilen görünmez anlamında, tasavvufta da usta oldu. 1646’da İstanbul’a geldi. Tüm bu seyahatlerinin tek amacı “dost”a ulaşmak ve güzeli bulmak idi:

“Mescid ve meyhânede, Hânede vîrânede/ Kâ‘bede puthanede, Çağırırım dost dost.”

Sonunda Bursa’ya yerleşti ve en kısa zamanda çevresine binlerce insanı toparladı. İstanbul’a yakınlığından olmalı, Osmanlının payitahtındaki hayatı yakından izledi. Anadolu halkının yoksulluktan inlediği bir zamanda, İstanbul saraylarındaki ihtişamlı hayat tarzı ve softaların dini terörüne karşılık acımasız eleştirilerde bulundu:

“Ey Niyazi, damlamızı denize saldık biz bugün, /Damla ne anlasın, okyanus olan anlar bizi.”

Tasavvufun unutturulmaya çalışılan “sosyal bilinç ve sorumluluk” öğelerini tam anlamıyla ortaya koydu ve bunu şiirlerinde büyük bir duyarlılıkla işledi. Elbette sistem ile çatışmanın da bir bedeli olacaktı. Ve nitekim Osmanlı tarafından iki defa Limni adasına ve bir defa da Rodos adasına sürgüne gönderildi. Fakat her sürgün dönüşü Niyazi’nin ünü birkaç misli artınca, İstanbul sarayı Niyazi’nin ateşini son defa söndürmeye karar verdi. Ve son gittiği sürgünde, ölü olarak bulundu bu Anadolu ereni. Zehirlenerek öldüğü ifade edilir birçok kaynaklarda.

“Dervişlerin en alçağı, Buğday içinde burçağı, / Bu Mısrı gibi balçığı, Her bir ayak basmak gerek”

Niyazi Mısrı on yedinci yüzyılın sosyal gerçekleri içinde tasavvuf eri olarak hizmet etmiş olsa bile, adeta tüm çağların en önemli sorunu olan “bencillik ve benmerkezcilik” konusunu çok iyi yakalamış görünür. Hele de bizim kendi çağımızdaki “ben” sorununun, dört yüzyıl öncesinden tespiti ve çaresinin sunulmasıdır onun şiirleri.

Orta Asya’da, Ahmed Yesevi ile başlayıp, Yunus Emre ile Anadolu'ya taşınan halk tasavvufu, Fuzuli, Nesimi ve Pir Sultan Abdal ateşinden geçip, Niyazi Mısri’nin elinde en lirik ifadelerinden birini bulmuş denebilir. Onda Yunus’un aşk merkezciliği, Nesimi’nin başkaldırıcılığı, Fuzuli’nin zerafeti ve Pir Sultan’ın kavgacılığının en güzel bileşimini buluruz. Anadolu halkı yüzyıllardır onun şiirlerini ilahiler haline getirip, mesajını çok güzelce içselleştirmiştir.

İTTİHATÇILARIN GEYİKLİ NİYAZİ’Sİ

Birinci Niyazi’mizin ölümünden 179 sene sonra, bir başka Niyazi’miz Balkanlar’da ortaya çıkar. Makedonya’nın Resne bölgesindendir bu Niyazi. Atatürk Selanik’te doğduğunda, bu Niyazi 8 yaşında bir çocuktur. Ama kader ikisini aynı yerde, devrimci yuvası Manastır Askeri İdadisinde buluşturur biraz zaman farkı ile.

Osmanlı’nın Balkanları kaybı ve Mustafa Kemal başta olmak üzere, tüm vatansever Türklerin memlekette yeni bir düzen arayışına girmesinden sonra, Resneli Niyazi de kendi bölgesinde büyük bir Türk fedaisi haline gelir. Sultan Abdulhamid idâresine karşı hürriyet isteyerek, emrindeki 160 askerle beraber, 3 Temmuz 1908 de Makedonya dağlarına çıkar. Balkanlardaki Türklere, özellikle de Sırp ve Bulgar çetecilerinin yaptığı şiddetli baskılara karşı, çete savaşları örgütler. Bir avuç askeri ve yanında her zaman gezdirdiği geyiği ile, onu Makedonya’nın ve Balkanların her tarafında zalim çetelere karşı milleti savunan bir Türk devrimcisi olarak görürüz yıllar boyu.

'NE ŞEHİTTİR NE GAZİ, HİÇ YOLUNA GİTTİ NİYAZİ'

Nihâyet, Sultan 2. Abdülhamid'in, meşrutiyeti ilan etmek zorunda kalmasından sonra, Niyazi de geyiği ile dağdan iner. Selanik'e giden Niyazi, geyiğiyle birlikte kahraman gibi karşılanır. O sene doğan oğlan çocuklarına genellikle Enver ve Niyazi ismi konur, kızlara ise Meral (geyik).

Bu sırada başlayan Balkan savaşlarına da katılan Resneli Niyâzı, savaş sonrası, Memleketi olan Makedonya kaybedilince, İstanbul'a gitmek ister. Lâkin 1913 Nisanında Arnavutluk'un Avlonya limanında İstanbul vapurunu beklerken, kim tarafından, niye vurulduğu dahi belli olmadan, öldürülür. Böyle anlamsız bir şekilde öldürüldüğü için de, halk şu özdeyişi yakıştırır Resneli Niyazi için: "Ne şehittir ne gazi, hiç uğruna gitti Niyazi". Gidişinin şekli bu bile olsa, o tüm hayatını Türk devrimine adayan bir milliyetçi olarak, milletinin hafızasında yer alır o günden beri.

NİYAZİ’LER EVE DÖNER Mİ?

Kaderin bazı garip cilveleri oluyor hayatta. Bizim Türkiye aşığı iki Niyazi’mizin mezarlarının bile gurbet ellerde kalması ve bir türlü kendi yurtlarına getirilememesi de bu cilvelerden biri olmalı. Niyazi Mısri tam 327 senedir Yunanistan’ın Limni adasında, Resneli Niyazi ise tam 108 senedir Arnavutluk’un Avlonya şehrindeki mezarında, Türkiye’den bir ses ve el beklemekteler. Türk devrimine,birer fedai olarak büyük katkıları olmuş bu iki ihtilalcinin eve dönme zamanı gelmiş ve de geçmektedir bizce.