Marquez’i hatırlamak...

Ölünce biz de iyi adam oluruz, der Orhan Veli. İyi adam olur muyuz bilmem de yazarlar ölünce daha çok sevilir, eminim. Hatta bizde yazarlar ölmeden sevilmez. Marquez de öldü öleli hem dünyanın en iyi adamı hem de artık daha çok seviliyor. Darılacak şey değil, bu iş böyle.

Tomris Uyar, günlüğüne 6 Ağustos 1975 tarihinde Marquez için yazıyor bak: “Yüzyıllık Yalnızlık’a başlamalı en iyisi. Marquez'in kapaktaki fotoğrafı, sıcak bir yazardan çok hergele bir ayakkabı boyacısını andırıyor. Ama kısa sürede alıştım fotoğrafa. Anaç, doğurgan bir yazar Marquez. Şimdi sayıları çok az, ama gün geçtikçe hızla artacağını sandığım bir erkek türünden. Açıklaması güç, bir deneyeyim: Doğuramamalarına yandığınız erkekler vardır. O güzel, korkunç sancıyı yiğitçe çekmek, sonra o büyük tada varmak hakkı onlardan esirgenmiştir doğaca. Hele haksız yere, salt dişiliklerinden ötürü ana olabilen bazı kadınları düşündükçe, neredeyse öfkelenirsiniz o yasaya. Marquez doğurgan bir erkek diyorum işte...”

Yüzyıllık Yalnızlık’ta bizim yazınımızdaki bilge analar, boynu bükük köylü kızlar görülmez pek. Marquez’in kahramanları her yaşta doğayı, özgürlüğü, cinselliği koruyarak var ederler kendilerini, yarattığı kişiler sağ kalabilmek için bu üç büyük silahla direnmiştir. Marquez’in asıl başarılarından biridir bu. Hep bir tür savaşın içinde yaşamış halkına, coğrafyasına özgü kaba gerçeklik, asıl gerçek! Yaşar Kemal ve Adana gibi... Fakat nedense yarattığı türün adına büyülü gerçekçilik denir, tuhaf. Oysa anladığımız büyüyle, postmodern jelatinlerle, dışı taze içi bayat laf salatalarıyla işi yoktur yazarın. Hayatın, zamanın kaba gerçeği öyle görünmüştür sadece gözüne; gerçek, kişiseldir biraz da. Oralarda başarı, Yüzyıllık Yalnızlık’taki gibi hayal kurarak değil savaşarak kazanılır. Yazar bu romanında kahramanlarını tam biz sevecekken acımadan öldürerek başkasını yaratır, Uyar’ın işaret ettiğince bir ana gibi verimli, katil gibi acımasız. Cömertçe harcar; Baudelaire’nin dizesindeki gibi hem yaradır hem de bıçak.

1994’te Castro onu Latin Amerika’nın Homeros’u ilan etmişti, fotoğrafları da var yan yana, arada bakarım. Zira bugün çokça kullandığımız Muz Cumhuriyeti deyişi de bana kalırsa Marquez’in büyük eserinden, söz ettiğim fotoğraftaki insanların ülkelerinde yaşanan acılarından kalma. Hikâye şu: Beyaz adam, efsanevi Macondo’ya, muz ticareti yapmak üzere gelir. 1951’de Jacobo Arbenz Guzmán’ın Guatemala’ya başkan seçilip yaptığı tarım reformundan sonra olup bitene çok benzer yazarın aynasından yansıyanlar (benim halkım diyebilen bir yazardır Marquez). Yeni başkan ülkedeki Amerikan sermayesi United Fruit Company’nin yani muz şirketinin çıkarlarına zarar verir. Muzcu da Beyaz Saray’a başvurur: Komünistlere çare bulunmalıdır. Böylece 250.000 kişinin öldüğü Operation Pbsuccess başlar. Arbenz 1954’te istifaya zorlanır, Castro’nun davetiyle Küba’ya geçer. Dedim ya, bugün belki biraz hafifseyerek büyülü diye tanımlanan şeyin ardında kan vardır. Hatta sırf bu yüzden kırmızıdır pazartesi. Kırmızı Pazartesi’nde herkesin gelişini gördüğü cinayete, insanlar nasıl sessiz kalır düşünsene. Santiago Nasar’ın öldürülüşüne hangi okuyucu üzülmez? Bu büyülü falan değil, düpedüz ve büyüsüz, sert bir Latin Amerika gerçekliğidir.

Yazıya bilerek ölünce iyi adam oluruz diye başladım, derdim gencecik ölen Orhan Veli’ye de bir selam göndermektir. Büyük ustalar ölebilir ama iyi edebiyat ölmez, bugün bakıyorsun, halen okunuyor Veli; hatta Kırmızı Kedi Yayınevi, şairin tüm yazdıklarını toplayan, Necati Tonga ve Tahsin Yıldırım’ın özenli çalışmasıyla çok özel bir yeni basım yaptı. Marquez için de aynı kural geçerli, ölmüyorlar. Baharda yedi yıl olacak bu deli adam aramızdan çıkıp gideli. Ama ölüm, fiziki, bedensel ölüm sadece; yazdıkları aramızda, edebiyatın uzun ve bitimsiz hayatında!

Yazarlarımızı ancak ölünce sevdiğimiz gibi doğru da anlamıyoruz maalesef. Onları, onlarla aynı safta olduğunu düşünenler bile pek iyi tanımıyor. Geçen gün yine “soldan” biri sözde Ahmed Arif’e ait bir dize paylaşmış, çiçeklerimizi kırdınız falan diyesi! Nasıl da hayırsız okurlarız çoğumuz... Arif’in tek şiir kitabı var yahu, insan zahmet edip bir bakar değil mi? Can Yücel’e ait olmayan Yücel şiirleri, Mevlana’ya ait olmayan Mevlana şiirlerinden sonra aynı dert Marquez’in de başında: Yazara ait olması mümkün görünmeyen bez bebekli, dondurmalı, asıl adı La Marioneta olan bir metin var... 29 Mayıs 2000 tarihinde Peru’da yayımlanan La Republica’da görünüp hemen birçok dile çevrilen bu kısa şiirimsi üzerine Marquez de hemen gerekli açıklamayı yapmış; bu kadar çok insanın, bu kadar kolayca, böylesi bir metnin kendisine ait olabileceğine inanmasını şaşkınlıkla karşılamıştı. Bu kırılgan sitemde yazarın okurlarına inceden hesap sorduğunu da görelim. Sevdiğin yazarları, ölümlerinden sonra bu korkunç akışa karşı koru ey okur!

Ancak reklam metni olabilecek vasatlıkta birkaç cümleyle, bugünün hemen kült ilan edilen yazarlarının yanında, bir ihtimal Marquez gibileri ilerde gündem dışı kalacak; belki daha sonraları basit bile bulunacak böylesi şövalyeler. Ama işte kalıcılık kaybolmayacak. Bu da edebiyatın büyülü gerçekçiliği: Kalıcılığın kararını hiç yanılmayan zaman ve tarih veriyor! Bana kalırsa Marquez ne yazdıysa Dante gibi, Shakespeare gibi, edebiyat tarihine derin izler bırakacak; gerisi de zaten laf-ı güzaf, öyle değil mi?

Bu akşam efendim, Teori dergisinin YouTube kanalında, sevgili Cemil Gözel’in yönetiminde, saat 18.30’da aşk ve şiir üzerine konuşacağız canlı canlı, bekleriz.