McKinsey mağdurları

Bir Mc Kinsey fırtınası geçti memleketten. Daha sadece adı geçti, ama bu bile bir sürü mağduriyete neden oldu.
Star gazetesinin 4 Ekim tarihli “Cehalet değilse ihanettir” manşeti ölçüsüzlüğün şahikasıydı ki, bir iki gün sonra Tayyip Erdoğan bile bu manşetin hedefi konumuna düştü. Manşet altına yazılan “Denetleme yapmayacak, akıl alacağız, milli duruşla ekonomiyi biz yöneteceğiz” cümlesi ise cehaletin şahikasıydı. Çünkü bir kurumun denetleme yapmadan, bütün detaylara ve milli sırlara hakim olmadan akıl vermesi mümkün değildi zaten. Burada sadece gazetecilik cehaleti yok, aynı zamanda çaresizlik ve Hazine Bakanlığı koltuğunun da en basit mantık hesaplarını yapamayan genç bakana emanet edildiği gerçeği var... Reddedilmesi ihanet sayılan bir seçenekten bu kadar hızlı vazgeçilmesinin başka izahı yok.
Fakat en can alıcı soru şu: Türk basınında kaç kişi farkında bu büyük tutarsızlığın, ya da kaç kişi yazabildi?
Bu nedenlerle işte, Mc Kinsey’in en büyük mağdurları, başta Star gazetesi olmak üzere yandaşlıktan gözü kör olan basındır.
Çünkü Tayyip Erdoğan, gelen tepkiler yüzünden “Bunlardan akıl da almayacağız” dedikten sonra, ne yapacaklarını şaşırdılar.
Okurun karşısına çıkıp “Yahu biz bir gün önce bu Mc Kinsey’i övüyorduk, ama şöyle şöyle oldu” diyecek mecalleri bile kalmadı. Sağa sola sararak ört-bas etmeye çalıştılar, bazıları onu da yapamadı.
Yarın rahip meselesi için de “hukuk” filan diyecekler.
DEVRİYE EĞİTİMİ
Münbiç konusu ne zaman gündeme gelse duyuyoruz: “Amerikalılarla Münbiç çevresinde devriye eğitimlerinin başlamasına karar verildi”, “devriye eğitimlerinin başlaması sürecine başlandı”, “devriye eğitimlerinin başlaması konusunda sona gelindi” ve nihayet geçenlerde Milli Savunma Bakanımız açıkladılar: “Amerikalılarla devriye eğitimlerine başlandı.”
Ne kadar utanç verici bir durum bu! Yahu ne devriyesi, ne eğitimi, kim kimi eğitiyor?
Türk ordusunun devriye için eğitime mi ihtiyacı var?
Bu “devriye eğitimi” dedikleri iletişim koordinasyonundan başka bir şey değil. Bu da karargâhlar arasında yapılacak bir çalışmadır ve bu zamana kadar milyon kez yapılırdı... “İşbirliği” adı altında oyalıyorlar, zaman kazanıyorlar.
Bunlarla uğraşırken kimse şunu sormuyor: “Ne geçecek elimize, Münbiç’in etrafında devriye gezince?” Hiçbir şey...
İçine giremeyeceksin, oradaki PKK yapılanmasını tasfiye edemeyeceksin, Fırat’ın doğusunu da sadece klişeleşmiş, ne anlama geldiği bile unutulmuş bir laf olarak arada bir iç kamuoyunu rahatlatmak için geveleyeceksin... Olan budur.
Çünkü biz “devriye eğitimi” yaparken, PKK oralara hendekler kazıyor, savunma tahkimatları hazırlıyor.
ABD, Münbiç’i, Fırat’ın doğusundaki yapıyı koruyabilmek için bir pazarlık nesnesi olarak kıymetlendiriyor. “işbirliği” dediği uyutma operasyonunu da sadece orası üzerine kurgulayıp olabildiğince zorlaştırarak, “stratejik ortaklık”tan kaynaklanan sorumluluğunu buraya sıkıştırmaya çalışıyor. Böylece yarın Münbiç’ten çekilmeye karar verdiğinde, hepimizde “oh be sonunda başardık” duygusunun oluşması, Fırat’ın doğusu için tek kelime bile edilemez hale gelinmesi bekleniyor. Hükümet de bu çukura doğru “devriye eğitimi” yapa yapa gidiyor.
Fırat’ın doğusu ilk sorunumuz ve hedefimiz olmalıdır. Yoksa bütün eğitimler boşa gidecek.
EGEMENLİK SORUNLARI
Şanlıurfa’da, kaçak elektrik kullanımını tespit etmek için gelen görevlilere bazı köylüler tarafından saldırılması ve görev yapmalarının engellenmesi bir egemenlik sorunudur. Atatürk Dersim harekâtını niye yaptı?
Her ne sebeple ve hangi yöntemle yapılmış olursa olsun, Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın öldürülmesi bir egemenlik sorunudur. Türk devletinin toprakları üzerinde hiçbir gizli servis gündüz gözüyle cinayet işleyemez, operasyon yapamaz. Olan Cemal Kaşıkçı’ya değil, devletimizin itibarına olmuştur. Konu cinayet ya da istihbarat magazininden daha önemlidir... Ama bunu dert edecek bir devlet yönetimimiz bulunmamaktadır.
Rahibin yargılanmasına bu kadar dış baskı yapılması ve mahkemenin serbest bırakması bir egemenlik sorunudur... Aynı şekilde FETÖ ve PKK bağlantıları tespit edilen bir subay tutuklanabilirken, rahip salıverildikten sonra ABD Başkanı, “Rahip için çok çalıştık” diyorsa, bu bir hukuk sorunu olmaktan çıkmıştır.

ÖZELEŞTİRİ
Bu memlekette ne iktidar, ne de muhalefet var...
CHP, Mc Kinsey anlaşmasını İMF’ye benzeterek eleştirdi. Bunu yapabilir, ama...
CHP’nin krizden çıkış formülü: “Finansal rahatlama sağlamak için kaybolan güveni yeniden tesis etmek” yani, Batı’dan borç almak için yeni güvenceler/ipotekler yaratmak değil miydi?
Mc Kinsey ne yapacaktı: Kamu harcamalarını kısarak dış borç ödemesini garanti altına almak ve böylece yeniden finans olanakları yaratmak, yani eski borçları garanti altına alarak yeni teminatlar karşılığında yeniden borç bulmak... CHP’nin kılavuzu Kemal Derviş idi bunlar da Mc Kinsey’e sarıldı... Aralarında bir fark var mıydı? Yok!
AKP de CHP’ye cevap vermek için her zaman olduğu gibi İsmet İnönü üzerinden CHP’yi Amerikancılıkla suçladı, kanıt olarak da İsmet Paşa’nın 1962 yılında Ankara’da Johnson’la çekilen bir pozunu kulandı. Elinde minik Türk ve ABD bayrakları var. Sallarken Türk bayrağı arkaya gelmiş, biraz da karartılmış.
Ve Tayyip Erdoğan’ın şu sözleriyle süslendi o resimler: “İMF belası CHP’nin eseri.”
Yahu iyi de BOP eş başkanı kimdi? Memleketi, Meclis kararı bile almadan NATO’ya sokan, “mirasçısıyız” dediğiniz Menderes değil mi? İMF’ye ve Dünya Bankası’na memleketi teslim eden yine “mirasçısıyız” dediğiniz Özal değil mi? PKK’nın siyasi kolu HDP ile CHP arasında ittifak var, doğru... Ama PKK açılımı yapan, Barzani’yi gazi Meclisimizde alkışlatan da siz değil miydiniz? Çadır mahkemeleriyle PKK’lıları aklayan, Şivan Perver ile “Megri megri” yapan, lahmacun paralarını bile bu fakir halkın vergilerinden ödediğiniz CIA peşmergelerini memlekete sokup, bugün Fırat’ın doğusundaki bataklığı yaratan da siz değil miydiniz?
Aynı açılıma şu anda CHP sahip çıkıyor. Aranızda bir fark var mı? Yok! Ne karıştırıyorsunuz İsmet Paşa’yı, üstelik yalan söyleyerek. Ayıptır ayıp!..

SOLCULUK
Cumhuriyet’ten Ergin Yıldızoğlu son paragrafa kadar başka, son paragrafta başka şeyler söyleyen bir yazı yazmıştı bu hafta. “Trump’ın milliyetçi bir söylemle iş başına geldiğini, Avrupa’da da küreselleşme karşıtlığının yükseldiğini, artık küreselleşmenin teorik temelini oluşturan karşılaştırmalı üstünlükler teorisinin sorunlara çözüm bulmadığını” belirtmiş. Hatta yazının bir yerinde solun düştüğü tarihi hatayı da tespit etmiş: “Liberaller ve sosyal demokratlar, hatta sol entelijansiya içinde önemli bir kesim ‘küreselleşmeciliğin’ çevre ülkelerin piyasalarının kullanıma açılmasını meşrulaştırdığını göremediler; (...) Bunlar küreselleşmeyi demokratikleştirici, kaynaştırıcı bir süreç olarak sunan anlatıyı benimsediler; küreselleşme karşıtı tepkileri ‘ulusalcılık’ olarak mahkûm ettiler. ‘Ulusalcılığın’ özellikle emperyalizme bağımlı ülkelerde tek bir içeriğe indirgenemeyeceğini, kimlik siyasetinin basıncı altında kalarak göremediler.” (9 Ekim)
Buraya kadar her satırına katılmıştım, ama bir adım sonrasında:
Proleteryanın ulusal olduğunu alıntılayan Yıldızoğlu, proleteryanın ulus adına iç ve dış güçlere karşı bir ‘halk’ mücadelesinin önderliğini üstlenerek ‘ulusallığın da içeriğini belirleyeceğini belirtiyordu...
Burada insanın aklına bir soru takılıyor, kendi çıkarlarını ulus katına yükselten ve ulus adına hareket eden proleterya hangi iç güçlerle ve niye mücadele etsin? Dış güçler ve onların destekçileri tamam, ama iç güçler o proleteryanın dayanacağı/kazanacağı ve cephesini kuvvetlendireceği toplum kesimleri değilse kimlerdir?
Bu kafa karışıklığının nedenini bu bozuk gidişe bir “seçenek” sunulan son paragrafta anlıyorsunuz: “Siyasal İslâm’ın egemenliğine karşı sol bir seçenek, ancak küreselleşmeciliği, Türkçü ve Sünni şovenizmi reddederek, Kürt sorununa adaletli, eşitlikçi bir çözüm üreterek, modernizmin aydınlık yüzünde kalarak yaratılabilir.”
Ve solcuya alkış tutuyorsunuz. Yahu, emperyalizmin silahı olarak ulus varlığına karşı kullanılan “Kürt sorunu” isimli bölücülük bıçağına sarılarak, emperyalizmin ağzıyla “adaletli ve eşitlikçi çözüm” uyuşturucusunu topluma dağıtarak, nasıl emperyalizme karşı olunacak? Nasıl ulusal cephe kurulacak? Bir yandan sağcılığın mızrak ucu görevi yaparken nasıl solcu olunacak? Bu çelişki aynıyla yayın politikasına ve manşetlere de yansıyor. Ortaçağın feodal kalıntısı olan ve uluslaşmayı reddeden “Kürt sorunu” kavramına sarılırken, aynı gün manşete çekilen “tarikat karşıtlığında” nasıl samimi ve etkin olunacak?
Sürmanşetten Che posterleri ve anı yazılarıyla solcu olunamaz, ancak Atatürk ve M. Esat Bozkurt çizgisinde olur bu.
Büyük ölçekli rota değişiklikleri zamana yayılır normaldir, ama pusulanın kurtuluş rotasına göre ayarlanması gerekir. Yoksa yolunu kaybeder insan/gazete/ülke...