Medeniyetçi aydınların şirinliği

Afganistan’ın ABD emperyalizminden kurtulmasıyla Atatürk önderliğinde Türklerin emperyalizmden kurtulması arasındaki benzetme ile başlayan tartışma, ortalama Türk aydınının bilimden ne derece nasipsiz olduğunu gösteren bir turnusol oldu.

Adam oturmuş ciddi ciddi Taliban ile Atatürk arasındaki farkları yazıyor ya da Taliban’ın laiklikten yana olmadığını “kanıtlayan” yazı döşeniyor. Gözümüzün önündeki olguyu bize anlatıyor. Şaka gibi. Bu tutum işgüzarlık değilse, karşısındakinin neyi görebildiğine ilişkin bir algı körlüğüdür. Ortada “Taliban ile Atatürk her konuda tam bir çakışma halindedir” diye bir tez var mı? Hayır! “Taliban Türk Devrimi’ne benzer bir devrim yapacak” ya da “Afganistan’a laikliği getirecek” diyen var mı? Hayır!

Ne var o halde? Taliban, Afganistan’ın ABD işgalinden kurtulmasına önderlik eden ve Afgan halkının sosyolojik dinamiklerinden türemiş bir güç. Programı bizim dünya görüşümüze uygun değil ama bizim de Afganistan’a kendi görüşümüzü ihraç etme şansımız yok. O halde olgulara bakacağız diyen bir tez var. Yani olgulara mı bakacağız arzulara mı bakacağız; Türkiye’nin milli çıkarları açısından reel politik içinde mi bakacağız, kafamızdaki değerleri gerçekliğe dayatma açısından mı bakacağız soruları temelinde saflaşma var.

Medeniyetle Batı'yı özdeşleştiren aydınların ABD yenilgisi karşısındaki sudan çıkmış balık halleri, kuyruğu dik tutmak için “yav he he Taliban laiklik getirecek” alayları o kadar şirin ki… Sizi bilmem ama ben çok gülüyorum.

Düşünsenize, insancıklara “Afganistan'ın işgal güçleri yerine Afgan halkı tarafından yönetilmesi daha iyidir” diyorsunuz. “Hayır, Afganistan ancak Cumhuriyetçi laik güçlerce yönetilirse kabul ederiz” diyorlar. Afgan halkının bundan haberi var mı peki? Kendi kendine gelin güvey olmak çok muhterem bir davranış olabilir şüphesiz. Ama muteber mi, hayır; sadece komik.

Bu insanları “Nesnel durum ortada. Afgan halkının tarihsel, siyasal ve sosyolojik birikimine kafandaki kalıbı geçiremezsin. Kaldı ki, laik bir düzenin ön koşulu bağımsızlıktır. ABD işgali altındaki liberal görüntüler sizi aldatmamalı. Bu tutum sizi işgalciyi desteklemeye sürüklüyor” diye uyarıyorsun. “Cumhuriyetçilik iddianızı bırakın gericiliği destekliyorsunuz” diye höykürmeye başlıyor. Siz olsanız gülmez misiniz?

Neden mi? Cumhuriyetçilik iddianızı bırakın diye höyküren cahilin destekleyeceği bir hükümet, Afganistan’la diplomatik ve ticari ilişkiler kuracak, kurulmuş olanları yürütecektir de ondan. Çünkü devlet yönetmek TV programında veya sosyal medyada tribünlere el sallamak gibi olmuyor.

Manzara tam da mütareke döneminin aydın kaosunu andırıyor. O zaman da ezberler bozulmuş, yeni ezberler hıfzedilememişti. Devletin ve milletin kurtuluşu için en fantastik fikirlerin bile kendilerine alan bulduğu bir boşluk oluşmuştu. Amerikan mandası düşüncesi bu koşullarda aydınımızı sarıp sarmalamıştı. Bir kenara yazın, bugün ABD dünya liderliği koltuğunu terk ederken medeniyetin tek dişine sarılanlar, bu kafa yapıları nedeniyle önümüzdeki beş-on yıl içinde Çin-Rusya muhiplerine dönüşecekler. Sanırım o zaman meselenin tam bağımsızlık olduğu konusunda yine onları uyarmak zorunda kalacağız.

Şimdilerde yıllardır liberalizmi Atatürkçülük, solculuk vb. maskeleri altında gizleyebilmiş olanların bütün ilericilik foyasının döküldüğü bir tarihsel dönemden geçiyoruz. Ne dünya sistemini okumayı biliyorlar ne Atatürk’ü tanıyorlar. Ne bir tarih bilinci ne siyaset bilimi birikimi… Varsa yoksa ABD’nin gücüne iman, Atatürk’ü ve Türk Devrimi’ni içeriksiz bir slogan haline getirme, tribünlere oynama ve oportünizm... Liberalizmi solculuk zanneden bir sığlık. Öz ile biçimin, zarf ile mazrufun ilişkisini kuramayan bir kendiliğindenlik.

Tuzu kuru medeniyetçiler Atatürk’ü nasıl olur da Attila İlhan gibi kavrayabilir? Nazım Hikmet’i “aşk şairi” diye idrak edebilen zihinlere, “çağımızın ilericilik dinamiği mazlum milletlerin emperyalizm karşısındaki bağımsızlık mücadelesidir” dediğinizde yorulurlar. Onlar için Atatürk kendi bireyciliklerini anayasal güvence altına alan kazanımların önderi olmaktan ibarettir. Daha ötesini kavramalarına sınıfsal koşulları izin vermez. Onlar Bandırma Vapuru’na kelle koltukta binen devrimciler değil, her şey olup bittikten, zafer kazanıldıktan, devrimler yapıldıktan sonraki Atatürk'ün hayranıdırlar.

Mevlana’nın dediği gibi, herkes çorbadan kepçesi kadar alabiliyor. Kepçemizin çapını belirleyen ise sadece sahip olduğumuz malumatın düzeyi değil, olguların içsel bağlantılarını kurabilme yeteneği. Bunu sağlayan ise bilim ve yöntem. Yani tam da bizim gazeteci, emekli mebus vb. kimlikleriyle karşımıza çıkıp üst perdeden konuşan medeniyetçilerimizde eksik olan şey!