Megri megri
Dolandırıcının biri mahkemelik olmuş. Şehrin en pahalı avukatına koşmuş hemen: “Kurtar beni avukat bey, ne istersen veririm...”
Meseleyi dinleyen avukat, biraz safça görünen adama “seni bu işten kurtarırım, ama pahalıya mal olur.” Adam hiç düşünmeden kabul etmiş. Avukat bir güzel anlatmış mahkemede ne yapacaklarını. Adam yakayı kurtarmasının, avukat da kolay paraların hayalini kurmaya başlamış. Çıkmışlar hâkimin karşısına, hâkim sormuş: “Bu işi sen mi yaptın?” Sanık tıpkı avukatının dediği gibi cevaplamış: “Megri megri...”
Hâkim şaşkın: “O ne demek kardeşim?”
Sanık: “Megri megri.”
Hâkim: “Ne demek istiyorsun, megri ne demek, soruya cevap versene.”
Sanık: “Megri megri.”
Hâkim : “Ulan sen benimle dalga mı geçiyorsun! Bak tıkarım içeriye.”
Sanık: “Megri Megri...”
Bu aşamada avukat hemen araya girmiş, “efendim gördüğünüz gibi müvekkilimin aklı kıttır. Cezai ehliyeti yoktur. Ne konuşulanı anlar, ne de cevap verebilir. Bu yüzden beraatini talep ediyorum.”
Hâkim bunun üzerine sanığı adli tıp kurumuna göndermiş. Orada da aynı taktikle kendisine sorulan bütün sorulara “megri megri” diye cevap vermiş.
Sabahtan akşama kadar “megri megri” diye ortalarda dolanmış. Biraz yattıktan sonra “cezai ehliyeti yoktur” raporu alarak taburcu olmuş, bu rapora dayanarak mahkemeden de kurtulmuş ve nihayet avukatın yazıhanesinde buluşmuşlar. Avukat müvekkiline, “Gördün mü nasıl kurtardım seni. Şu benim parayı alayım artık” deyince...
Dolandırıcı cevaplamış:
“Megri megri...”
Uyanık avukat nasıl faka bastığını anlamış, ama artık çok geçmiş.
Bu, birbirini kullanmaya çalışan iki adamın öyküsüdür ve “megri” ağlama anlamına gelmektedir. Bilmem anlatabildim mi?
KİRA
İlköğretim okullarına dağıtılan 15 Temmuz Milli İrade Destanı isimli broşürü inceledim. Hiçbir yerinde Atatürk yok, Ömer Halisdemir’in kötü bir çizimi var, sadece bir bulmacada sorulmuş. Türk Ordusu’ndan sadece bir yerde “asker” diye söz ediliyor, onun dışındaki her görselde düşman kuvvet olarak gösterilmiş.
Bir sayfada basit bir birleştirme var, sonunda arabaların arasında elinde ipe bağlı oyuncak kamyonla caddede yürüyen bir çocuk ve şu yazı çıkıyor: “Ev kira ama vatan bizim.”
Eminim şu soru bütün çocukların aklına gelmiştir: Vatan bizimse, ev niye kira?
Bizim de aklımıza gelmeli: Kendi vatanında kira ödemeden yaşayan milletler var mı? Bizi kira ödemeye mahkûm eden bu sistem kimin eseri? Ya kira ödemeyenler, onlar ödeyenlerden daha mı fazla bu vatanın sahibi? Askere daha mı çok gidiyor, da
PEYNİR GEMİSİ
Barzani, bu referandumu ABD ve İsrail’in desteğiyle yaptı. Bu tartışmasız.
Referandumdan önce ABD ve İsrail makamlarıyla ayrıntılı bir çalışma yaptı. Irak, İran ve Türkiye olaya ne tepki verir? Ne gibi önlemler alır? Tek tek konuşuldu. Bunlara karşı alınacak tedbirler değerlendirildi.Eğer başta Türkiye olmak üzere, bölge ülkelerinin tepkilerine karşı tedbirler alınamamış olsaydı bu referandum yapılamazdı.
Daha açık yazayım mı?
Hem ABD hem de Barzani; Habur’u kapatmayacağımızı, petrol satışını engellemeyeceğimizi, Türkiye’de faaliyet gösteren 300’den fazla Barzani şirketinin kılına bile dokunmayacağımızı, Barzanistan ile ticaret yapan yerli şirketlere en ufak bir kısıtlama getirmeyeceğimizi, askeri harekât yapmayacağımızı biliyordu.
O halde soru şudur: Nereden biliyordu? Kamuoyunun bilmediği bazı gizli anlaşmalar mı vardı? Ya da hükümet bizim bilmediğimiz bazı tehditler altında mı ki, bu tedbirleri alamadı? Yoksa sadece “Türkler konuşmak dışında bir şey yapmaz” algısı mı yol açtı bu rezalete?
Bu sorulara acilen cevap verilmesi gerek, çünkü 25 Eylül 2017 Kerkük’ten daha fazla Türkiye’nin bütünlüğünü tehdit eden tarihi bir kırılma noktasıdır. Bir devlet kendi yıkılışını izlemez, ama bizim devletimiz bu yolda atılan büyük bir adıma seyirci kaldı. Yapılan konuşmaların hepsi boş laf... Üstelik referandumdan sonrasına ilişkin cümlelerden oluşuyordu. Yani “referandumu yaparsan şunu yaparım” yoktu, onun yerine “Referandum sonuçlarına göre hareket edeceğiz” yaklaşımı vardı... Neden?
İşte referandum yapıldı. Lafla peynir gemisi yürümez. Üstelik o laflarda bile birlik yok, birinin dediğini diğeri tevil eden bir iktidar, böyle bir krizi yönetemez. Meclisten alınan harekât yetkisinin turşusu mu kurulacak, neden kullanılmıyor?
Bundan sonra yapılacak tek şey bu referandumun zamanla kanıksanmasına ve uluslararası topluma kabul ettirilmesine engel olmak için, kendi içinde birliği sağlayıp hemen bölgeye müdahale etmektir. Bunun için derinlikte Irak Ordusu’na İran ile birlikte destek olurken; sınırımız boyunca kalıcı üsler kurmak ve Suriye ile derhal ilişki kurmak yeterlidir. Yoksa bedelini Türk milletinin ödeyeceği bir süreç kapımıza hatta gırtlağımıza dayanmıştır.
TÜRK ORDUSUNUN DÜŞMANLARI
En başta dış tehdit olarak ABD ve İsrail. Çünkü, kurmaya çalıştıkları düzenin karşısındaki en çetin kuvvet Türk Ordusu...
İkinci sırada dış tehdidin içerideki piyonları var. PKK, FETÖ, IŞİD, DHKP-C ve diğerleri...
Üçüncü sırada, hâlâ televizyon ekranlarını dolduran iflah olmaz asker düşmanları var. Bunların kimisi sözde solcudur, kimisi dinci... Kuyruk acıları vardır bir yerlerden. “Darbeci ordu” kalıbının dışına taşabilecek bir düşünce yaratamaz, başka bir dil konuşamazlar.
Dördüncü sırada kendi gafillerimiz var. Bunlar da yürüttükleri soruşturmalarda yaptıkları büyük hatalarla, FETÖ’ye mağduriyet şemsiyesi sağlayan kamu görevlilerinden, hâlâ PKK ile ‘barış’ peşinde koşan demokrasi fetişistlerine kadar geniş bir yelpazeyi oluşturur.
Son grupta ise karamsarlar var. Karşı karşıya olduğumuz durumu ortaya koyduktan sonra, “şunu yapmalıyız” demek, direnişe, vatan savunmasına teşvik etmek yerine, “öldük bittik” edebiyatı yapan, “hep senin yüzünden oldu” demenin kolaycılığından yararlanarak ulema rolü oynayan, ama bugüne ya da yarına kafa yoramayanlardır... Merkez medya pek sever onları...
Bunların hepsi de bilinçli ya da bilinçsiz Türk Ordusu’nun düşmanlarıdır. En tehlikeli olanları bu düşmanlığı bilinçli olarak değil, doğru davranış biçimi sandıkları için yapan son gruptakilerdir. Çünkü gün olur, düşmanı yener ya da uzlaşırsınız, ama bunları ne yenebilir ne de uzlaşabilirsiniz.
ALLAH İÇİN ALDANMAK
Hastanelerin doktorlar ve hastalar kadar kanıksanmış sakinlerinden biri de dilencilerdir. İnsanların iyi niyetlerini ve dini duygularını sömürerek paralarını alırlar. Çoğumuz onlara para veren insanların bu kandırmacanın farkında olmadığını, kandırıldığını sanır. Tanık olduğum bir diyalog fikrimi değiştirdi...
Dilenci kadın: “Apla Allah rızası için, hastanızın şifası için bir yardım edin...
Vatandaş: “Ben bilmiyom mu sen benden daha zenginsin? Utanmıyon mu hiç?” Vatandaş bir yandan da çantasından cüzdanını çıkarıyordu.
Dilenci Kadın: “Apla, Allah rızası için apla... Allah için apla...”
Vatandaş: “Virme Allah’ın adını, virme...”
Bu arada vatandaş cüzdanından parayı da çıkarıp dilenciye verdi. Parayı alan dilenci profesyonel oyunculara taş çıkaran bir eda ile “Allah razı olsun apla” diye oradan uzaklaşırken, parayı veren kadın söylenmeye ve dilenciye beddua etmeye devam ediyordu.
Ben hayretler içindeydim. Kadın kandırıldığını bile bile verdi o parayı. Beddua etti ama parayı verdi.
Oturup düşündüm, bu vatandaş oyunu da böyle mi veriyor? Aldatıldığını bile bile.