Mehmet Akif’in 85’inci ölüm yıl dönümü: Vatana adanan bir ömür!
İstiklâl Marşımızın yazarı Mehmet Akif Ersoy’un bugün 85. ölüm yıl dönümü. Mehmet Akif’in çalkantılı yıllarda doğru limanda durduğunu görüyoruz. Meşrutiyet Devriminde İttihatçılarla, Cumhuriyet Devrimi içinde Kemalistlerle birlikte… Hep doğru yerde ve doğru duruşta… Onun önceliği vatanseverlikti. Bu konuda sarsılmaz bir duruş sergiledi. Zaten bu iki devrim de vatanseverlik üzerine kurulmuştu. Birincisi parçalanan vatanı korumak, ikincisi ise anavatanı işgalden kurtarmaktı. İkisi de antiemperyalist mücadeleydi. Bu mücadeleye omuz verenler yükseldi, şanlandı ve tarihe altın harflerle yazıldı. Mehmet Akif’ten bize en büyük miras vatanseverliktir. Yüz yıl sonra yine vatanseverlik çizgisinde vatanımızı yeni emperyalist saldırılara karşı korumak için mücadele ediyoruz. İşte bu zorlu mücadelelerimizde bize yol gösterici olanlardan birisi de “İnanmış adam, büyük şair” Mehmet Akif’tir.
FATİH’İN MİSTİK HAVASI
Mehmet Akif 1873 yılında İstanbul’un Fatih semtinde dünyaya geldi. Dindar bir ailenin çocuğuydu. Dini bütün bir çocuk olarak yetişti. Akılcılıktan da uzak durmadı. Doğumundan kendini bilene kadar geçen süre içinde Osmanlı İmparatorluğu en sıkıntılı dönemini yaşıyordu. Avrupa’nın büyük devletleri onun üzerine çöreklenmiş ve dağıtmak için elinden geleni yapıyordu. Birçok kişide bu süreçte Türk milliyetçiliği adım adım gelişti. Filiz verdi. Çünkü parçalanmayla birlikte yönetime karşı sorgulama da başladı. Bir de ayrılanlar bir “kimlik” için ayrılıyordu… Bizim de bir kimliğimiz vardı. O da Türklüktü… Avrupa’dan esen milliyetçi rüzgârlar bizde de “Türk” kimliğini keşfetme sürecini başlattı. Bu süreçte Baytar Mektebi’ni bitirdi. Burada müspet ilimler gördü. Pasteur’ün fotoğrafını öpecek kadar bilime inanıyordu. Küçük yaşta içinde başlayan şairlik ruhu adım adım olgunlaşarak gelişti. Bir yandan şiirler yazıyor bir yandan da fiziken güçlü olan bedeniyle spor yapıyordu. 1893 yılında memurluk hayatına atıldı. Hayatın ağır şartları onu daha da olgunlaştırdı. Kendisini İttihat ve Terakki içinde buldu. Geleceği inşa edecek olan ihtilalcilerle birlikte çalıştı. Teşkilata üye oldu. Abdülhamit yönetiminden o da rahatsızdı. O dönemde bir tek şiir kitabı bile yayımlayamadı. Baskı dönemiydi ve mahallesinden zorla alınıp götürülen komşularının çığlıklarını şiirlerine yansıttı. Halk çocuğuydu ve halkçıydı. Yükseldikçe onlara tepeden bakan değil, daha da onlara adanmış bir yaşamı kendi eliyle inşa etti.
ZORLUKLARDAN KAÇMADI
O yaşadı, gördü ve mücadele etti. Zorluklardan kaçmadı; üstüne üstüne gitti. Karakter abidesiydi. Söz verdi mi mutlaka yapacaktı. Onu ne kar, ne fırtına ne de parasızlık durdurabilirdi. Babası Arnavut kökenliydi. O inat onda da vardı. Ama Arnavutçu değildi. İslam birliğinden yanaydı. Samimiydi. İslam dünyasının içinde bulunduğu geriliği biliyor ve bundan kurtuluş için “daha temiz İslami inancı” çözüm olarak görüyordu. Olaylar ve süreç onu milliyetçilerle buluşturdu. Doğrusu da buydu. Cihan Harbi içinde İttihatçılarla birlikte çalıştı. Arap diyarlarına giderek durumu anlattı, emperyalist oyunlara karşı birlikte olunmasını istedi. Cihan Harbinde çok çabaladı. Sıradan bir memur tavrıyla rahatını düşünmedi… Vatan sevgisi ağır bastı. Bu çabaların işe yaramadığını da gördü.
İSTİKLALE İNANDI
İşgal günlerinde İstanbul’da esen karamsar havaya uymadı. İçinde esen fırtınayı dinledi ve Balıkesir’e giderek işgale karşı direnilmesini istedi. Verdiği vaaz tarihe geçti. Bu hareketi memurluk hayatının da sonunu getirdi. O buna aldırmadı. Paraya değil istiklale inanmıştı. İşbirlikçilerden nefret ediyordu. Sultan Vahdettin’i “Abdülhamit’in kötü kopyası” olarak görüyor ve nefret ediyordu. Bu nefret onu Ankara’ya götürdü. Esen temiz rüzgâr vicdanları da temizliyor ve pak ediyordu. Ankara’da kendini buldu. İstiklâle inandı ve bundan yeise düşmedi. Ankara’da da gericilerle karşılaştı. Onlara da yüz vermedi. Dini istismar ederek ikilik çıkarmak isteyenleri, “Burada da bir 31 Mart hadisesi mi çıkarmak istiyorsunuz. Defolun gidin” diyerek kovdu. Meclis’te sessiz oturanlardan olmadı. Kastamonu gibi Anadolu illerini gezerek verdiği vaazlarla Bolşeviklerle birlikte olunmasını istedi. O günlerde İstanbul, Ankara’dakiler için “Eşkıya… Bunlar Bolşevikliği getirecek” diyerek karalamaya çalışıyordu. O buna aldırmadı. Doğru olanı söyledi.
İSTİKLALİN MARŞINI YAZDI
Yunan ordusunun Ankara kapılarına dayandığı günlerde “Bir adım bile geri çekilmek yok. Gerekirse öleceğiz” diyerek içindeki umudu başkalarına da aşıladı. İşte bu mücadele havasında 12 Mart 1921 günü yazdığı şiir, İstiklal Marşı olarak kabul edildi. Doğrusu ondan başkası da yazamazdı. Bu marş ancak imanla ve inanmışlıkla yazılırdı. İstiklal Marşı’nın daha ilk sözcüğünde bu vardı: “Korkma!” Evet, korkulmayacak günlerden geçiyorduk. Zaferi korkmayanlar kazanacaktı. Bu ona inanmıştı. Zaten inanmadığı işlere girmezdi. Bu büyük mücadeleye de Mustafa Kemal’e inanarak atılmıştı. Onu gördükçe ve onun liderliğinde kazanılan zaferleri yaşadıkça buna olan inancı daha da arttı. Yıllar sonra bu konuda “Ona herkes inanmıştı” diyerek kendi inanmışlığını da söyler.
VATAN ŞAİRİ VATANINDA ÖLDÜ
1936 yazında gönüllü sürgün olarak gittiği Mısır’dan İstanbul’a geldiğinde yine ilk söz olarak “vatan” diyordu. Hasta yatağında bir gazeteciyle yaptığı mülakatta bu konuda söylediği sözler onun samimiyetini ortaya koyar: “Mısır’dan üç gecede geldim… Bu üç gece, otuz asır kadar uzun sürdü… Orada on bir yıl kaldım… Fakat bir an oldu ki, on bir gün daha kalsaydım çıldırırdım…”
Mısır’a gidişi onun sağlığını da bozdu. İnsan keşke vatanında kalsaydı diyor. Daha verimli olurdu. Gördükleri ona daha büyük ilham verir ve İstiklal’in büyük eserini yazan Akif, Cumhuriyetin de eserini yazardı diye düşünüyor. Bakın bu konuda hasta yatağında yine ne diyor:
“Ben bir İstanbul çocuğuyum, bu şirin memleketimin dağlarında, kırlarında, bahçelerinde belki daha ayak izlerim bile silinmemiştir. İnşallah iyi olur olmaz İstanbul’u baştan aşağı gezeceğim ve ondan sonra Milli Mücadele senelerinde harap bir yer iken, bugün Türk İnkılâbının en canlı timsali olan Ankara’yı ziyaret edeceğim. Mısırda iken fotoğraflarını gördüğüm bu modern şehri, bu Cumhuriyet yüreğini gözlerimle görmeğe gideceğim.
“On, on bir senelik bir vatan hasretiyle çırpınan ruhumun en büyük milli eserini o zaman yazacağım. Bu zamana kadar yazmış olduğum eserler, hep istiklale kavuşmak için; fakat bugün başarılan inkılâpları gördükten sonra yazacağım eser de kanaatimce bir inkılâp eseri olacaktır. Bugün o kadar mesudum ki… Vatan havasını teneffüs ettikçe ciğerlerimdeki mikroplar ölüyor ve adeta gençliğe kavuşuyorum.” (Ercan Dolapçı, Vatan Bizim Fikir Bizim Mehmet Akif, İnkılâp Kitapevi, İstanbul, 2021.)
Bu sözler onun son sözleridir… Vatan şairi vatanında öldü. Zaten vatanında ölmek için gelmişti. Bunu herkes gibi kendisi de biliyordu. Ona da bu yakıştı. Yaban ellerde ölseydi hepimiz o acı duyguyu içimizde yaşardık. Keşke derdik…
Ruhun şad olsun Büyük Şair. Seni bugünlerde daha fazla yad ediyoruz. Senin Marşın ebediyen dilimizden ve kalbimizden düşmeyecek!