“Memleket” Edebiyatı Derken (1) Refik Halid Karay’dan başlamalı...
Yurt sevgisi yurttaşlık bilincinden mi doğar, gibisinden sorular uç verdiğinde; döner Hikmet Birand’ın “Anadolu Manzaraları”nı okurum. Orada doğa, yer, toprak sevgisi/bilgisi vardır. Bunlarsız düşünemem yurt sevgisini, “memleket” tutkusu, düşüncesini...
Yurt, yurttaşlık düşüncesinin tözü Spartalılar’ın yaşadığı döneme götürür bizi. Şu da var ki; Spartalılar’ın köylerinden çıkıp doğudaki komşularının topraklarına doğru ilerleyip yayılmalarının öyküsüne daha farklı bir boyutu da asıl yasa koyucular kazandırmıştır. Bir yere bağlılık, eşitlik ilkesi diyebileceğimiz ortak paylaşım düşü/düşüncesi, bir arada yaşama ve hayata tutunma çabası sanki yurttaş olabilmenin de ön koşulları olarak yaşantımıza girer ta o zamandan beri. Ötesi, çalışma hayatını düzenleyecek yasalar, işlenecek toprağın korunup yönetimi...
Gene de, bu düşüncelere, yurttaşlık düşüncesini asıl bize taşıyan Fransız Devrimi’ne uzanmadan; kendi yakın zamanımıza dönerek yurt/yurttaşlık kavramlarına bakışımı daha çok edebiyattan beslenerek edindiğimi söylemek isterim.
Bu abartı gelmemeli size sevgili okurum.
Reşat Nuri Güntekin’i okuyarak pekala yurt coğrafyasından haberdar olabilirsiniz. Nasıl ki bir zamanlar Ömer Seyfettin çocuk belleğimizde Balkan öyküleriyle o yöreyi bize taşımışsa; “Anadolu Notları”yla bir Güntekin de yurt coğrafyasının kapılarını aralamıştır okuruna. Ama, öncelikle burada “Memleket Hikâyeleri”yle Refik Halid Karay’ı, hatta ona da gelmeden önce, bana yurt tanıma bilincinin kapısını aralayan; yurt/memleket gerçeğine, doğasına nasıl bakılması gerektiğini anlatan Hikmet Birand’ı gene anmak isterim.
Onun, bugün bile elimden düşürmediğim “Anadolu Manzaraları” ve “Alıç Ağacı ile Sohbetler” kitaplarının benzersizliğini anlatıp durmuşumdur birçok kez. Bir botanikçi olan Birand’ın bir yere/yurda, buranın doğasına nasıl bakılması gerektiğini anlatması, bu bilinci bize taşımasını önemserim. Onun yanına koyduğum Sait Faik Abasıyanık, Sabahattin Ali, Yaşar Kemal, Halikarnas Balıkçısı, Orhan Kemal,
Fakir Baykurt gibi yazarların anlatılarında karşımıza
çıkan yurt gerçeği ise hem o bilinci, hem de bu bakışı edinmemizde etkileyici kaynaktırlar.
Bugün giderek uzaklaştığımız ya da yabancısı olduğumuz kimlik/aidiyet düşüncesini bize gene hissettiren, hatırlatan edebi metinlerdir.
Şunu bir savsöz olarak almamanızı dilerim; bir yazarın yurdu dilidir, ama o dili var eden de asıl yurdudur. Dilsiz bir yurt, yurtsuz bir dil var olabilir mi?
Dağıstanlı ünlü şair Resul Hamzatov’un benzersiz yapıtı “Benim Dağıstanım” baştan sona yurt sevgisi, dil ve yurttaşlık bilinciyle bezeli bir anlatıdır.
Küreselleşmenin teranelerinden olan “ulus-devlet yok artık” düşüncesini bertaraf ettiren gene dil duygusu, yurttaşlık bilincidir bence. Eğer oradan yola çıkarsanız kurduğunuz edebiyatın yerliliğini yurt coğrafyasını nasıl/niçin/neden anlattığı gerçeğiyle yüzleşerek anlayabilirsiniz.
Şunu savlayabilirim; Refik Halid Karay, bize memleket gerçeğini gösteren ilk yazarımızdır. Yani dönüp üzerinde yaşadığımız Anadolu coğrafyasının ne olduğunu anlatmıştır. Erken Cumhuriyet dönemi yazarları, ardılı kuşak sökün edince de bu yapıtlarla daha çok karşılaşırız.
Yeni edebiyatın kuruluşunda dil bilincini ulus-devlet, ulus-kimlik inşa sürecinin bir söylemi olarak görmeden yazanların bize asıl yurt edebiyatı düşüncesini taşıdıklarını düşünürüm.
Çünkü yazıp anlattıklarında önce tanıma/anlama, ardından tanıklığın dilini kurma ve sorgulama bilinci vardır.
Yaşanan yurdu, coğrafyayı daha çok tanımak için gitmeyi seçmeye başlaması da yeni cumhuriyetin sağladığı olanaklarla gerçekleşebilir ancak. Önce eğitim, sonra meslek, iş uğraş edinme...
Bu anlamda yurt edebiyatı gerçeğinin kurulmasında Köy Enstitülerinin varlığı yadsınamaz. Ama İstanbul aydınının/okuryazarının Anadolu’yu keşfi 1920 sonrasıdır ne yazık ki! Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Yaban”ı, Halide Edip Adıvar’ın “Ateşten Gömlek”i yazabilmesi için Anadolu’ya geçmeleri gerekirdi.
Gelin görün ki, Refik Halid Karay, bir adım daha öne geçerek, İttihat Terakki dönemindeki muhalif kimliği nedeniyle sürgüne gönderildiği Anadolu’yu onlardan önce tanıyarak “Memleket Hikâyeleri”ni yazar.
Bugün elimizde “Memleket Yazıları” olarak (*) üç kitap haline getirilen yazılarını okuyunca şunu gözlüyoruz; İstanbul’un dışına çıkan yazarımız Bursa’dan başlayarak kıyı kıyı Anadolu’yu adımlar bu kez. Bunu da ancak 1938’de, ikinci sürgünlüğünün dönüşünde gerçekleştirir.
Bu bir keşiftir; hem Karay’ı, hem yurdu, hem de “memleket” gerçeğine nasıl bakılmasına dair yeni bir yolculuk...
Elbette ki yurdu tanımak ancak gezerek/görerek mümkün. Ama bu yolculukta asıl bir önemli yan ise sizin görme biçiminizdir. Bu anlamda Karay’ın yanına hemen koyabileceğim kuşakdaşı başka bir yazarımız da var; Falih Rıfkı Atay. Onun Anadolu tanıklığını göz ardı edemeyiz.
Hele hele yurt gerçeğine bakışını...
Demem o ki, “memleket edebiyatı”na yeni bir bakış, yeni bir duyuşla bakmak anlamak, anlatmak gerekiyor. Ama önce önümüzde duranlara, yazılıp edilenlere bakmak gerek. Bu nedenledir ki; Refik Halit Karay’ı bir başlama noktası kılıyorum...
Hem onu, hem de ardından gelenleri anlatmayı sürdüreceğim sevgili okurum.
(*) Refik Halid Karay, Memleket Yazıları: 1. Hep İstanbul, 2. Kırk Yıl Evvel Kırk Yıl sonra
Anadolu’da, 3. Edebiyatı Öldüren Rejim; 2014 İnkılap Kitabevi Yay., Haz.: Tuncay Birkan,