Memleketteki kökten değişimin işaret fişeği: 1 Mayıs 2009’dan bir acı hatıra
Bu memlekette bir şeylerin kökten değiştiğinin farkına vardığım ilk gündür 1 Mayıs 2009 tarihi. Otuz yıldır Amerika’da yaşayıp memlekete döndüğümün ikinci gününde, herkes 1 Mayıs bayramını kutlarken, sevgili babamı utanmadan “trafik canavarı” adını verdiğimiz, insan yapısı cehalete ve aymazlığa kurban vermiştim.
Babamı kaybetmek değildi, memleketteki kökten değişimin işaret fişeği olarak kafama düşen. Zavallı adamın cansız bedeni yolun ortasında yatarken, cebinden fırlayıp kenara düşen Nokia marka, en ucuzundan ve necip Türk milletinin “takoz” adını vererek aşağıladığı cep telefonunun başına gelenler idi sorun. Hastanedeki morgdan babamın kalan eşyalarını elime verdiklerinde, cep telefonunun olmadığını farketmiştim. Telefonuna ulaşabilmek için, kendi telefonumla onun numarasını aradım. Ve gayet normal bir ses tonu ile birileri cevap verdi. Ben “trafik canavarı” tarafından öldürülmüş olan babamın telefonunun kendisinde ne aradığını sorunca da büyük bir utanmazlıkla, “Bu benim telefonum” dendiğinde, artık eski Türkiye’de olmadığıma ikna oldum. Bu, hayatımdaki en büyük ve önemli uyanışlardan biri oldu. Ve o günden bu yana, memleketin haline uyum sağlamak mücadelesi içinde geçti ve hala da geçmekte kendi hayatım.
DEĞİŞİM ELBETTE OLACAKTIRAMA KİMİN UYDURDUĞU DEĞİŞİM?
Bazılarınızın itiraz etme ihtimaline ve biraz sert yargılara varabilme tehlikesine rağmen, yeni Türkiye’de gözlemlediğim bazı kökten değişiklikleri ifade etmek, boynumun borcudur ve aşağıda kısaca bunu yapmaya çalıştım. Aslında, Türkiye’mizin sosyologlarının ve psikologlarının, ve hatta memlekete olumlu değişiklikler sözü veren her siyasetçinin bu konular üzerinde derin analizler yapıp çözümler üretmesini bekliyor anayurdumuz. Olan biten her melânetten “emperyalizmi suçlamak” işin kolayına kaçmak bir bakıma, onu da ifade etmek isterim. Türk milletinin geçmişten getirdiği ve Ziya Gökalp’in “hars” adını verdiği, karakterden bile daha derin bir anlamı olan özelliklerinin nasıl olup da en küçük bir dış müdahale ile bozulabildiğini bilmemiz gerek. Bilmek için de “futbol takımı taraftarlığından” daha öte bir yaklaşımla, şapkamızı önümüze koyup düşünmemiz gerek. Bunu da geçerken belirtmeliyim.
ENGİN OL GÖNÜL ENGİN OL
Kostaklık, haddini bilmezlik, her şeyin en iyisini ben bilirim halleri: Eski Türkiyemizde, insanlarımız çok daha mütevazı ve dervişane idi. Hemen herkes zaten fakirdi ve bunun da farkındaydık toplum olarak. Zenginlerimizin olduğunu da biliridik ama onlar kendi köşelerinde mutlu şekilde ama nisbeten saklanmış halleriyle bizi o denli rahatsız da etmezlerdi. Bilirdik ki, İstanbul’da Boğaz yalılarında filan, çok zengin bazı Türk vatandaşlarımız da var idiler. Ama magazin gazetelerinde ve TV programlarında, adeta bizim yoksulluğumuz ile dalga geçer gibi boy göstermezlerdi. Şimdilerde zengin olan da, zengin olma isteyen de, zengin olma ihtimaline âşık olanlar da, adeta yalı milyarderleri gibi her gün gözümüze sokmaktalar, lânetlenmiş hayat tarzlarını. Buna bağlı olarak da, herkesin doktor, avukat, general, ekonomistmiş gibi ahkam kesmeye çalışmadığı bir memleket istemekteyiz kısacası. Kendini bilmek haddini bilmektir, Yunus Emre atamızın söylediği gibi.
ESKİYE RAĞBET VE BİTPAZARI HİKÂYESİ
Eskiye, yaşlıya, geleneğe, göreneğe saygı buharlaştı mı yoksa? Eski memleketimizde, insanlarımız hem kendi ailesindeki yaşlılara hem de hiç tanımadığı ağabey ve ablalarına derin saygı duyarlar ve onlarla ilişkilerinde saygı ve sevgi ifade ederlerdi. Otobüste, dolmuşta yaşlılara saygı adeta bir kural olduğu için, hemen yer verilir ve karşılığında teşekkür bile beklenmezdi. Şimdi aklınıza gelebilecek her yerde, tam tersine görüntüler hakimdir. Sadece otobüs ve dolmuşta değil, tüm halka açık yerlerde, hâkim davranış biçimi yaşlıları ya hiç görmemek ya da görmemiş gibi yapmaktır. Bunu ailelerin evde bulunan dede ve nineleri ile olan ilişkilerde de görmekteyiz. Geçmiş nesiller sadece birer miras makinası olarak görülme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Hatta devletin mahkemeleri, miras davaları ile dolup taşmaktadır. Daha düne kadar adını bile bilmedikleri torunlar, yeğenler ve kuzenler evin yaşlısı vefat edince piyasaya çıkıverip kalan mirastan hiç de haketmedikleri paylarını alabilmenin kavgasını vermektedirler.
GEREĞİNDEN FAZLA SOSYAL OLAN MEDYANIN PENÇESİNDE
Sosyal Medya denen hakiki canavarın pençesindeki millet, özellikle de kadınlarımız çırpınmaktalar: Bu konudaki yargımıza itiraz edenler olabilir, sağlık olsun. Sadece yıllardır yaptığımız gözlemler, kendi başımızdan geçenler ve sırf geçmiş elli seneye değil, Türklerin tarihi ile de elde ettiğimiz bilgilerle yapmaktayız bu yargılamayı. Türkler ki Karacaoğlan’ın, Gevheri’nin, ve daha binlerce aşıklarımızın, aşkın hakiki kitabını yazdıkları bir millet idi. O aşk hikayelerinde delikanlılarımız sevdikleri için her şeyi yapmaya hazır aşıklar idiler. Kadınlarımız ise sevdikleri uğruna Leyla gibi, Zühre gibi kendilerini çöllere vurabilecek derinlikteydiler. 1980’den bu yana oluşturulan ve utanmazca geliştirilen yeni kültürümüzde ise, herkes ve her şey META haline getirildi. Bunun üzerine bir de Sosyal Medya denilen lanetlenmiş teknoloji oturunca, çok kısa bir zamanda Leyla’lar da Mecnun’lar da kayıplara karıştılar. Hasan Hüseyin şairimizin dediği “bakkalbiçim aşklar”dır şimdilerde adından bahsedilenler. Sonuç ise hiç bitmeyen kadın cinayetleri ve ölmeden ölen erkeklerimiz. Yani bu düzende aslında ölüme yollanan herkes olmakta, sadece kadınlarımız değil. Tüm toplum hep birlikte intihar etmekteyiz böylece.
HEP BANA, RABBENA MI ŞİMDİLERDE?
Bireyciliğin zirvelerine doğru tırmanışa geçmiş bir millet nereye kadar gider acaba? Türk toplumu geleneksel olarak toplumculuğu ile bilinen bir toplum idi. Hatta bu sebepten dolayı yarı-feodal diye tahlil etmekteydik memleketi. Bunun bir ürünü olarak da her birey kendini bir yakın çevrenin içinde bulup, onun kuralları ile hayatını bir şekilde sürdürür giderdi. Buna 49 tane diye şikâyet ettiğimiz sol fraksiyonlar da dahil idi geçmişte. Ne de olsa onlar da birer toplumsal komün rolü görmekteydiler. Yine 1980 sonrasındaki toplumsal alt üst oluşlarda (edilişlerde) bu geleneksel güzelliklerimizin hemen hemen tamamı silip süpürüldü. Allanıp süslenen bireycilik, hem de oldukça solcu ve ilerlemeci sloganlar ile Türk milletine kolayca satıldı ve şimdilerde de bireyciliğin ana vatanını bile geçmiş durumda. Çünkü bireycilik bile bir kurala bağlıdır kendi anavatanında. Bizde ise kural tanımazlığımızın paketinin içine bir de bunu ekledik ve “kuralları bile olmayan bir bireyciliğin” kurbanları olarak mesut ve memnun bir şekilde yola devam etmekte büyük çoğunluk. Artık ne davası uğruna hayatını bile verebilecek bir eğilim, ne de paradan kurtulmuş bir beraberlik düşüncesi bulunmakta birçok çevrelerde. Bu tür köklü bir değişimin, hem de bu kadar kolaylıkla, insanlığı mutluluğa ulaştıracak bir ideolojinin oldukça yaygın olduğu bir ülkede meydana gelmesini hazmetmek mümkün olmuyor bir bakıma. O nedenle de eski solcularımız ya toptan vazgeçmekteler, ya da rakı-sigara sarmalında kalp krizinden hayata veda etmekteler. Facebook her sabah, bu acı terkedişleri duyurma aleti haline geldi bir bakıma.
BİRAZ ŞÜKÜR NEDEN OLMUYOR?
Şükretmekten, bu da geçer ya hu demekten vazgeçip, her şeyde en iyisini, en güzelini ve en büyüğünü aramaktan yorgun düşmüş bir toplum haline mi geldik? Bence geldik, hem de çok fena şekilde. Şükür etmeyi teslimiyet, hep en iyisini istemeyi mücadelecilik marifeti diye tanımlayan bir hale geldiğimiz için de, toplum olarak oldukça mutsuz ve tatminsiz bir noktaya geldiğimizi herkes kabullenmekte zaten. Eski ve daha gerçekçi Türkiye’de, insanlar ellerinde ne varsa onunla mutlu olabilmenin sırrına ermiş birer derviş gibiydiler. Yoksulluğun bile bir utanç meselesi değil, bir onur sayıldığı günlerimiz o kadar da geçmişte değildir. “Hep bana, Rabbena” demeyen bir toplum elbette çok daha mutlu ve huzurlu olacaktı ve öyleydi de. Ama bu bir teslimiyet ve uyuşukluk meselesi olarak da ele alınmıyordu. Yine hepimiz devrimciydik ve sonuna kadar adalet ve eşitlik için savaşıyorduk. Şimdilerde insanlarımızı hiçbir şey tatmin etmemekte: daha büyük maaş, daha güzel bir kadın, daha yakışıklı bir adam, daha zengin bir koca halâ hemen herkesin hedef listesinde. Siz yaklaştıkça, o hedef de uzaklaşacağı için, mutsuzlar kervanındaki yerinizi alıyorsunuz.
KURU NOSTALJİ YERİNE ÇÖZÜMLERİ TARTIŞALIM
Bu listenin fazla uzayacağını farkettiğim için, burada kesmek isterim. Ayrıca bu eleştiriyi dünyadaki herhangi bir ülkenin, herhangi bir vatandaşına da uygularsanız, geçerliliğinden bir şey yitirmez. Çünkü ana sorun küresel olunca, onun getirdiği sorunlar da küresel olacaktır. Kokuşan, kendini içinden yok eden, para ve madde merkezli küresel sistem, kendi halklarını nasıl birer robot haline getirmişse, bir ahtapot gibi kolları ile ulaştığı her insanı da makineleşmış birer robot haline getirmekte.
Ama her sorunda olduğu gibi, bunda da kendini yok edecek olan çözümünü de içinde taşımaktadır küreselleşme. Yeter ki sorunu biraz daha net şekilde görelim ve tespit edelim. Çözümün de, problemlerin altında yatıp bizi beklediğini göreceğiz ve hep birlikte çözeceğiz. Biz yapmasak bile, bunu tarih ve hayat bizi de zorlayarak yapacaktır. Zaten tarih de böyle ilerlemiş ve bize, bu problemli ama bir o kadar da heyecanlı yüzyılımızı hediye etmiştir.