Metin Altıok ile Kütahya’da -(TAMAMI)
20 yıl önce 2 Temmuz günü Sivas’ta öldürülen 35 kişi içinde çok sevdiğim şair arkadaşlarım Metin Altıok ile Behçet Aysan da vardı. Bu iki kardeşimi, Metin’le Kütahya’daki askerlik günlerimizi anlattığım, “Kardeşini Yitiren Öykü” adlı öykümden bir bölümü bu köşeye alarak anmak istiyorum:
Berberin iskemlesi, bizi askere dönüştürecek montaj zincirinin başlangıcıydı, diyor Milan Kundera. Önce saçlarınızı kesiyorlar, sonra sivil giysileriniz alınıyor elinizden, yerine üniforma, postal, kep, palaska, matara... Yakanıza bir de numara iliştirilince, işlem aşağı yukarı tamamlanıyor. Kumanda edilen yüzlerce “araç”tan biri oluyorsunuz bundan sonra. Dünyanın her yerinde birbirine benzeyen bu süreci, Metin’le Kütahya’da yaşadık. Yukarıdaki montaj dizisinin ardından zor tanıdık birbirimizi. Saçlarınız kısalırsa, diyor Kundera, kendinize olan güveniniz de kısalır. Saçlarınız kısalınca en yakın arkadaşınız bile tanıyamaz çünkü; hele de küçükken çok yaramazsanız, kafanızdaki ananızın bile unuttuğu façalar dökülüverir ortalığa, anacığınız da tanıyamaz.
Bundan sonra bütün işinizin özeti, önünüzde giden topuğu izlemek olacaktır.
Metin’le dört ay birlikte izledik önümüzde giden topuğu.
***
Askerdik ama, eğitim aralarında, koğuşlarda, hele de bir ağaç gölgesi bulunca gene ozandık, yazardık, müzisyendik, bilim adamıydık. Böyle kalmak için her fırsatta arar bulurduk birbirimizi. Seyfettin vardı aynı taburda, Fransa’dan gelmişti. Kürşat vardı, Paris’te felsefe okumuştu, felsefeye hiç uymuyordu askerlik, onun yüzünden az kalsın askerliğimiz yanacaktı. Nail vardı ODTÜ’de öğretim üyesi, Selçuk Aygan, Cahit Berkay da bizim taburun ünlü müzisyenleriydiler. Ne zaman o günleri ansak Metin, Seyfettin’i, Kürşat’ı, Cahit’i, Selçuk’u bir fanatiğin sevdiği futbol takımının yıldız oyuncularını sayar gibi sayardı: “Sen, ben... Seyfettin, Cahit, Nail, Selçuk...”
Onlarla kurduğu yakınlığı askerliğinin çok önemli bir kazancı sayardı. Susunca yaşlı bir bilge olurdu Metin, konuşunca küçümencik bir çocuk. Her çocuk gibi de birilerine öykünmeyi severdi, ama herkesin göremeyeceği bir açığınızı yakalayarak. Üstelik de size hiç bakmıyormuş gibi görünürken... Komutanlarımızın öğrettikleri, eğitim aralarında Metin’in öykünmeleriyle en büyük eğlencemiz oluyordu. Göğüs göğüse muharebeyi anlatırken; “Silahınız yoksa,” diyordu komutan, bıçağınız, kasaturanız da yoksa... Düşmanla karşı karşıya geldiğimizde postalımızın da silah olabileceğini öğretiyordu bize. Metin’e de... Sonra komutan bu yok’ları çoğaltıyor: “Postalınız da yoksa,” diyor... Metin gülmemek için kendini zor tutuyor. Nasıl bir terslik bu böyle? Tüfek yok, kasatura yok, postal bile yok ayağınızda.
***
İki parmağını gösteriyor komutan: “Şu iki parmağınızı düşmanın gözüne sokup kıvırıvereceksiniz...”
Düşmanın gözleri kanlı canlı önünüze düşüverecek o zaman. Metin gülmemek için zor tutuyor kendini. Hep kalem tutmuş, şiirler üretmiş incecik parmaklarından neler bekliyor komutan? (Küskün Fotoğraflar, İmge Y. s.69)
Hafta sonları izinli olurduk; bir arkadaşın arabasıyla Metin, Anıl Çeçen, Necdet Basa, Cihat İleri birlikte gelirdik Ankara’ya. Ankara’ya gelirken içimizde en telaşlımız, bir terslik çıkacağından kaygılanan Metin’di. Niye hepimizden daha çok telaşlanırdı? Çoğumuz evliydik onun gibi. Sonra anladım, evde onun yolunu bekleyen Zeynep adında bir de kızı vardı; bizden farkı buydu, telaşı, ivecenliği, heyecanı bu yüzdendi.