Millet Binamızın dört fil ayağı
Bir derlenme toparlanma arayışının heyecanını yaşadığımız şu süreçte neyin veya nelerin etrafında yahut şemsiyesi altında birleşme ve bütünleşmeyi gerçekleştireceğimiz ile ilgili olarak herkes bir şeyler söylüyor, her kesim kendi ütopyasını dile getiriyor.
Birleşme ve bütünleşme, daha doğrusu millet olma meselesi bu kadar basit bir şey midir ki bu kadar çok ve farklı düşüncelerin pervasızca ortalıkta dolaşmasını çaresiz seyretme durumunda kalıyoruz?
Birleşme, bütünleşme, millet olma konusunun inancımızın temel referans kaynaklarında, tarihimizin pratiğinde ve devlet-millet kültürümüzün zemininde hiç mi kökleri bulunmuyor da biz yepyeni ve bize tamamen yabancı bir şeyi keşfediyor veya deniyor durumdayız?
Sık sık, kendisinden “millî varlığımızın kozmik odası” olarak bahsettiğimiz kadim edebiyatımızın metinlerinde, geçmiş hayatımızın ispat vesikası olan tarihimizin sayfaları arasında asırlarca yaşattığımız büyük dünya devletinin (devlet-i ebed-müddet) kuruluş, var oluş ve kendini yeniden var ediş felsefesine dair değerlendirme kriterlerinin, sistemli bilgi ve geleneğin varlığını görmeli değil miyiz?
Elbette görmeliyiz… Ancak bu konu bakmasını ve görmesini bilenlere bir şeyler ifade ediyor; gönül gözü görme yeteneğini kaybetmiş olanlara hiçbir şey söylemiyor. Tıpkı bir atasözümüzde denildiği gibi: “Görenedir görene; köre nedir, köre ne!”
Tarihî metinlerimizde ve kroniklerimizde millî varlığımızdan dem vurulurken sık sık şu ibare gündeme gelir: “Din ü devlet, mülk ü millet”… Birbiri ile sıkı sıkıya irtibatlandırılmış dört temel değer: Din, devlet, vatan ve millet…
16. Yüzyılın Şairler Sultanı Baki bir kasidesinde bu dört unsuru kullanarak zamanın devlet başkanını yüceltiyor:
Sütûr-ı nâmesinden mülk ü millet sebzesi hurrem Sütûn-ı hâmesinden din ü devlet haymesi ber-pâ
Çeviri: “(O hükamdarın) fermanından vatan ve millet bahçesi sulanıyor; kaleminin sütunu ile din ve devlet çadırı ayakta duruyor.”
Demek ki tarih ve kültürümüzün yazılı ve hattâ sözlü kaynaklarında din, devlet, vatan ve millet kavramları hep bir arada mütalaa edilmektedir ve asla bu değerlerden hiçbirisinin diğerleri ile bir çatışması, ayrılığı gayrılığı yoktur. Tarihin derinliklerinden süzülüp gelen ve inşallah kıyamete kadar payidar olacak olan millet binamızın dört büyük sütunu bunlardır. Tıpkı muhteşem bir Sinan camiinin ihtişamlı kubbesini ayakta tutan dört fil ayağı gibi.
Din ile devletin, aynı şekilde din ile vatan ve milletin birlikteliğini, ayrılmaz beraberliğini, bu dört temel değerin bütünlük içerisinde bizi inşa ve ihya ettiği gerçeğini göz ardı eden anlayış sahipleri hem aziz milletimize, hem dünyaya ve hem de bütün insanlığa karşı çok büyük bir vebali yüklenmiş oluyorlar.
Din ile devletin çatışması gerektiğini yahut devlet sisteminin dinin kontrolüne girmesinin zorunlu olduğunu savunanlar büyük yanılgı içindedirler.
Toplumumuzu var eden en önemli değerlerden biri olan din ile millet varlığının kurumsal varlığı olan devletin birbirinin ayakta duruşunun nedeni olduğunu söylemek sosyal bir gerçekliktir. Tarihin kaydettiği en büyük hakikat şudur: Her dönemde, her mekânda ve her kültür coğrafyasında; dinler devletleri korumuş; devletler de dinleri ayakta tutmuştur. Bu iki unsurdan birinin ortadan kalkması, diğerinin de, en azından, zaafa düçar olması demektir.
Devletin dinin kontrolüne girmesi gerektiğini söyleyenler, her şeyden önce dinin birey veya toplum olarak insanın inanç ve düşünce hayatını ilgilendiren bir husus olduğunu unutuyorlar. Yani insanlar herhangi bir dini düşünce sistemleri aracılığı ile benimserler, sonra da, bunu yine aklın kılavuzluğunda hayatlarına yansıtırlar.
Devletler ise kurumsal yapılardır ve onların herhangi bir dinin inanç sisteminin dairesine girmesinden yahut girmemesinden söz etmek mümkün değildir. Daha açık bir şekilde ifade edelim: Bireylerin ve toplumların dini olur; devlet kurumunun herhangi bir din veya inanış ile doğrudan bir ilişkisi yoktur.
Önümüzdeki yazılardan birinde laikliğin ne olup, ne olmadığını ele alacağız.