Montrö: Türk Boğazları’na Dar Gelen Gömlek-IV

Geçen haftaki yazımda;

“-Türk Boğazları’nda emperyalizmin çıkarlarını koruyan bir bekçi rolüne gerileyen Osmanlı’nın, I. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte bekçilik rolünü de yitirdiğini ve Boğazlar’ın olağanüstü jeopolitik gücünün emperyalist devletlerin ortaklaşa kurdukları bir komisyonun eline geçtiğini;

-Donanmadan yoksun olarak yapılan Millî Mücadele’nin Lozan’da Türk Boğazları’nın jeopolitik gücünü geri alamadığını;

-Türk Boğazları’nın 1774’teki jeopolitik gücünü geri kazanmayı hedefleyen Atatürk’ün Lozan’dan sonra dünya konjonktürünün değişmesini sabırla beklerken Türk Donanması’nı yoktan var etmenin çabası içine girdiğini” anlatmıştım.

JEOPOLİTİK GÜCÜ 'RESMEN' GERİ İSTEYEN ATATÜRK

I. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte emperyalist devletler arasındaki silahlanma yarışının sona ereceği düşünülüyordu. Ama tüm hızıyla devam edince, 1930’lu yılların başarısız silahsızlanma konferansları, yeni bir dünya savaşının ilk habercileri oldular. Japonya’nın Asya, İtalya’nın Afrika, Almanya’nın da Avrupa topraklarında fiilen yayılmaya başlamaları ve emperyalistler arası derin çıkar çatışmalarının Milletler Cemiyeti’ni kilitlemesi ile ortaya çıkan dış karmaşa, Türkiye’nin Türk Boğazları için uygun inisiyatifi -beklediğinden çok daha önce- kazanmasına yol açmıştı. Atatürk, bu ender yakalanabilecek konjonktürel fırsatı kaçırmamış ve “Türk Boğazları’nın güvenlik ihtiyacı”nı öne sürerek emperyalistleri diplomatik ve psikolojik baskı altına almıştı. Emperyalizm, Türkiye’nin Lozan Boğazlar Sözleşmesi ile dayatılan zayıf jeopolitik konuma artık daha fazla katlanamayacağını; Japonya, İtalya ve Almanya gibi mevcut anlaşmaları tanımayarak -dünya savaşının başlayacağı gün- bir emrivaki ile Türk Boğazları’nın tüm jeopolitik gücünü geri almakta tereddüt etmeyeceğini anlamıştı.

1930’lardaki Türk Donanması’nın henüz böylesi bir krizle baş edebilecek bir gücü bulunmadığı için “emrivaki” kartını cebinde tutan Atatürk, Lozan’da konulan “Türk Boğazları’nın askersizleştirilmesi” kuralının kaldırılmasını şart koşarak emperyalistlere ve Sovyet Rusya’ya 15 yıl süreli bir “geçiş dönemi sözleşmesi” önermişti. 22 Haziran 1936’da ilk toplantısını yapan Montrö Konferansı süresince, Sovyet Rusya ile İngiltere’nin diplomatları, “geçiş rejimi” konusunda savaşırken; Türkiye ile İngiltere ise “geçiş dönemi antlaşmasının süresi” ve “Boğazlar Komisyonu’nun kaldırılması” konularında diplomatik savaşlar vermişti. Habeşistan’ı işgal ettiği için kendisine uygulanan Milletler Cemiyeti ambargosunun kaldırılması konusunda Montrö’ye katılımı diplomatik bir silah olarak kullanmak isteyen Faşist İtalya, konferansa bile katılmadığından Türkiye için, “Boğazlar’a yeniden asker yerleştirme” hedefi, zaten çantada keklikti. İngiltere’nin “geçiş dönemi sözleşmesi”nin 50 yıl süreli olması ısrarı karşısında dönemin Türk Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, süreci iyi yönetememişti. Aras’ın kontrolü yitirmek üzere olduğu bir anda Atatürk, konferansa uzaktan müdahale etmek zorunda kalmış, diplomatik enerji sarf ederek bir “geçiş dönemi” antlaşması olan “Montrö Boğazlar Sözleşmesi”nin 50 yıl süreli değil ama, güçbela 20 yıl süreli olmasını sağlayabilmişti. Sovyet Rusya ve İngiltere’nin diplomatik mücadelesi ile şekillenen Montrö’nün “geçiş rejimi” ise, emperyalist donanmaların Karadeniz’de varlık göstermelerini engelleyememişti; ama, emperyalist donanmaların, donanması zayıf olan Sovyet Rusya’nın kendisini savunmasına izin verecek seviyede sınırlandırılmasını sağlayabilmişti. Türkiye’ye ise, bu jeopolitik bekçilik görevine 20 yıl katlanmak düşmüştü. Tekrar edeyim, Atatürk bu sürenin 15 yıl olmasını, hatta bu 15 yıllık süreç içinde bile sözleşmenin 5 yılda bir Türkiye lehine tadil edilebilir olmasını istiyordu. Türkiye, bu yönde İngiliz emperyalizmine karşı büyük bir diplomatik savaş vermiş; ama 15 yerine, tadil bile edilemeyecek bir 20 yıllık geçiş dönemine razı olmuştu. Bu istenmeyen sonuçtan sonra Tevfik Rüştü Aras, artık Atatürk’ün gözünden düşmüş bir devlet adamı statüsüne gerilemişti.

RIZAYA DAYALI JEOPOLİTİK HAPİSHANE

Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin süresini doldurmasına 17 yıl kala II. Dünya Savaşı başlamış ve Montrö’nün pamuk ipliğine bağlı denge rejimi, dünyanın bu en kanlı savaşı süresince, -dönemin dinamikleri ile Montrö’nün harika bir kombinasyon oluşturması sayesinde- Türkiye’nin çok işine yaramıştı. Çünkü, emperyalistlerin kendi aralarındaki savaşlardan uzak kalmak isteyen Atatürk’ün, konferansın son aşamasında Montrö’ye müdahale ederek eklettiği “savaşa girmese bile savaş tehlikesinde de Türk Boğazları’nı kapatabilme” kuralı sayesinde, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin diğer imzacı tüm devletlerin ülkeleri, 1945’te birer harabeye dönüşürken Türkiye’nin burnu bile kanamamıştı. Buraya kadar özetlemek gerekirse, Montrö’de Türkiye, yaklaşan II. Dünya Savaşı’nın hazırladığı özgün dinamikler içinde imzaladığı geçici bir antlaşma ile “geçiş rejimini kendi çıkarlarına göre belirleme bağımsızlığından 20 yıllığına fedakârlık” etmişti. Fakat, bu fedakârlık dönemi devam ederken, 1939-1945 arasında, şiddetini çok yakınında hissederek “savaş korkusu travması”nı iliklerine kadar yaşayan Türkiye’nin, dünya savaşı bittikten sonra, savaştan uzak durmayı nasıl başardığı da sorgulanmıştı. Bu başarı hikâyesi, “Montrö’süz Türkiye, savaşlardan uzak duramaz.” fikrinin de çok güçlü bir şekilde doğmasına ve yerleşmesine yol açmıştı.

Yavaş yavaş “devrimci” çizgiden sapmaya başlayan Türkiye, II. Dünya Savaşı sonrasında yeniden şekillenen dünya dinamikleri karşısındaki paniğini dizginleyemeyince, “Montrö fedakârlığı”nın dolmasına 4 yıl kala, kendini emperyalist Batı’nın NATO’suna emanet etmeye karar verdi. Fakat çok geçmeden Türkiye, NATO için “aynı günümüzdeki Ukrayna ve Yunanistan gibi, savaştırılarak feda edilebilir” bir statüde olduğunu anladı. Bu nedenle Türkiye, “Hayır” demekte (veya veto etmekte) zorlandığı emperyalizmin Karadeniz’e doluşarak Türk denizleri üzerinden Türkiye’yi bir savaşa itecek ortama izin vermemek için de “geçici fedakârlık” durumundaki Montrö’yü uzatabildiği kadar uzatma stratejisine sarıldı. Esasında NATO’cu Türkiye, ABD’yi Montrö ile Karadeniz’den uzak tutabileceği konusunda “kendi kendini” ikna etmişti (ya da kandırmıştı).

Atatürk’ün 15 yıl yerine 20 yıllık bir anlaşma olmasına kızıp Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın üstünü çizdiği Montrö, bırakın 20 yılı, bu yüzden 87 yıldır -harfiyen- uygulanıyor. Montrö Boğazlar Sözleşmesi, -teknik olarak- maddelerinde değişiklik yapılması neredeyse olanaksız, ama feshedilmesi, yani yürürlükten kaldırılması çok kolay bir sözleşmedir. Herhangi bir imzacı devlet için, 2 yıl sürecek fesh sürecini başlatmak sorunsuz, basit bir işlemden ibarettir. Bugün emperyalist ABD’ye hayır diyemeyen Slovenya veya Karadağ bile -imzacı Yugoslavya’nın halefi sıfatıyla- veya Yunanistan bile, iki satır nota yazarak- Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ni feshedebilecek “tam yetki”ye sahiptirler. Aklınıza “ABD, neden Montrö’den şikâyet edip duruyor?” sorusu gelebilir. O soru, benim zihnimde şöyle şekilleniyor: “ABD, neden Montrö’den şikayetçi tiyatrosunu oynuyor?” Bence, ABD, “Türkiye’nin jeopolitik gücün doğrudan sahibi olmasındansa, bekçilik rolünü devam ettirmesini daha çok tercih ediyor.” Sizce, Türk Boğazları’nın devasa jeopolitik gücünün tümünü birden Türkiye, Montrö’ye sarılmadan, salt kendi kararıyla, emperyalist Batı’ya karşı kullanamaz mı? NATO’dan çıkmış ve Montrö’yü yürürlükten kaldırmış bir Türkiye, Karadeniz’in emperyalist çıkar ve çatışma alanına dönüşmesini tümden engelleyemez mi? Emperyalist Batı’dan bağımsız hareket etmeyi düşünemeyenler için, böylesi bir tablo ancak hayalden ibarettir. Emperyalist Batı’nın kuyruğuna takılmış bir Türkiye için, 4 haftadır yazdıklarımın bir anlamı yok zaten. Montrö’nün geleceği, -net olarak-Türkiye’nin “emperyalist Batı’nın karşısında mıyım?” yoksa “emperyalist Batı ile birlikte miyim?” kararına bağlı bir konudur.

“Emperyalizmin karşısındayım.” kararlığından olan biz Türk Devrimcileri için özetlemek gerekirse; Lozan Boğazlar Sözleşmesi, Sevr’i yırtıp attı; Montrö Boğazlar Sözleşmesi, Lozan Boğazlar Sözleşmesi’ni yırtıp attı; Montrö Boğazlar Sözleşmesi ise 1956’dan beri, bir devrimcisi tarafından yırtılıp atılmayı bekliyor. Türkiye’nin millî gücünü, olduğu gibi emen NATO ve Montrö konusundaki bunca ısrarın altında “devrimci olamamanın” yattığını artık anlamak gerekiyor. 1940’larda uykuya yatırılan “Türk Devrimciliği”, eninde sonunda uyanacaktır. 1940’lardan beri Batı’nın emperyalist politikalarının ortağı olarak “jeopolitik gücünü kendi yerine emperyalizme kullandıran” Türkiye, “Asya’daki güçlü jeopolitik yerine ve rolüne sahip çıkmaya karar verdiği gün”, Türkiyesiz ve Montrösüz kalacak emperyalistler, -emin olun- daha zayıf ve daha kolay mücadele edilebilir bir duruma düşeceklerdir.