‘Mücadele’ neye kurban verildi?

“Tabuları yıkalım, her şeyi tartışalım!” Çağrı çekici, çünkü meydan okuyor, çünkü demokratik görünüyor. Ama çağrının iki hilesi var.

Meydan okuyan aktör, tabu dediği sorunları kendisi saptayıp sıralıyor, dakka bir gol bir! Genel doğrulardan biri şu: İktidar, gündemi belirleyene aittir. Tabu, ağıza alınması yasaklanmış konu demek. Saptayıp sıraladığı şeyler tabu mu değil mi; sorup sorgulamadıysanız ve tartışmayı buradan başlatmadıysanız, pranga ayağınıza takılmış demektir.

Ve “tartışma” daveti yaparak orta yere bir konuşma - görüşme - münazara sahnesi kuruyor; dakka yine birde, gol iki! Tartışmak, konuşmak ve sorun üstüne görüşmeler yapmak, hatta ‘münazara’lar düzenleyip bu işi kamusallaştırarak yürütmek, usul ve üslubunuzu tayin ediyor. Bu konuyu artık münakaşa -anlaşmazlık, uyuşmazlık, çatışma sahnesinden almış durumdasınız. Dolayısıyla mücadele-savaşım listenizden de attınız. Mücadele, müzakereye kurban verildi.

***

“Mücadele” konusunu “müzakere” sahnesine teslim ettiğinizde, muzaffer taraf ilk çağrısını yapma hakkı kazanmış demektir. O da hiç gecikmeden yapar: Yüzleş bakalım!

Yüzleşmek iki anlama gelir. Bir anlamı gerçekte var olan ama kişinin yok saydığı, inkar ettiği bir gerçeğin farkına varması; bunun hesabını ödemesi. Diğer anlamıysa ileri sürenle inkar ede-nin yüz yüze gelmesi. İkinci anlam, konu daha konuşulması gereken tabu olarak kabul edildiği anda teslim edilmiştir. Birinci anlam ise ayaktaki prangayı taşınamayacak hale getirir. Bu tartışmada ya da münazarada artık iki tez sahibi değil, bir “iddia sahibi” ile bir “inkarcı” taraf vardır!

İddia sahibi ‘mazlum’, ‘mağdur’ adına konuşmakta; filmler, anlatılar ve acılar sunmaktadır. İddialarını tarihsel belgeler, arşivler ve tarihsel siyasal analizlere karşı bol para dökülmüş “bellek çalışmaları” sayesinde imal ettiği “sosyal-hafıza”yla besleyip durmaktadır. Büyük destekçileri vardır. 1915’teki abiler, anlı-şanlı üniversitelerde yeni toplumsal hareketler ve geleceğin inşası üzerine laboratuvar çalışmalarıyla, bunlar için şimdi yol haritaları ve alet çantaları hazırlamakta ve devletleri de bunları fonlayıp cepheye sürmektedir.

Yüzleşçiler, bir ‘konuşma’ değil, hatta bir ‘savaşım’ da değil, açıktan açığa savaş yürütüyorlar. Bu savaşın mantık kurgusu ve silahları, “bilgi toplumu/istihbarat devleti” tarafından yönetiliyor. İşler devlet-üniversite-film sanayisi-sivil toplum ağı dörtlüsünün işbirliğiyle yürütülüyor.

Ya biz? Tartışmak istiyoruz deyip aleni savaş kuranlar karşısında, Cumhuriyet’in kurucu partisinde genel başkan yardımcısı ve parti meclisi koltuklarına yerleşmiş olanların, Hrant Dink’e saygı adı altında “soykırımla yüzleşin” pankartı tutmaları karşısında perişanız. Bu istila karşısında, ahlaksız bir savaşın ortasında olduğumuzu idrak edememe hali ‘Ne olacak canım, ifade özgürlüğüdür’ mırıltılarıyla ortalığa saçılmış durumda...

***

1915 olayına ilişkin emperyalist soykırım yalanı, o zamanki aynı odaklarca güncel iftira olarak sürüyor. Bu bir tartışma-görüşme-münazara konusu değildir. Bu, artık tarihte kalmış olaylara ait bir konu da değildir. Soykırım yalanı, Türkiye Cumhuriyeti’ne ve Türk ulusuna karşı ilan edilmiş bir savaşın sloganıdır.

Bu savaşta Türkiye’nin üniversiteleri yoktur. Devlet kurumları yoktur. Demokratik kitle örgütleri yoktur. Sorumlu kurumlar tık-nefestir; bazıları pek gönülsüzdür; bazıları ise CHP’deki yöneticiler gibi yüzleşçilere pankart olmuş durumdadır.

Türkiye’de bu savaş, gönüllülerine kalmıştır. Gönüllüler, bu kirli savaşta saldırganların yol haritasıyla alet kutularını, bu cephenin sözcük-mantık kurgusunu ifşa edip sağlam bir hat çekme görevini militanca yürütüyorlar. Ama artık yeterli değil. Durumun mantığı bilgi-analiz ile yeniden kurulmalı, gerçekler yeniden sistemleştirilmeli, mücadele kurumlaşmalı, tepkisel itirazların yerini eşgüdümlü bir direniş almalıdır.

Bir hak cephesi! Aynı, Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin varoluş hakkımızı savunma cephesi gibi... Halkımızın var olma hakkı, ülkemizin sağlam geleceği için mücadele edecek bir hak cephesi.