Muhafazakârlık yükselirken ahlak neden alçalıyor?
Referandum tartışmalarının ateşi içinde gözden kaçan bir haber yayınlandı geçenlerde. Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından 2017-2021 yılları için hazırlanan stratejik planda Türk toplumunda dine olan ilgi arttıkça ahlaki değerlerin aşındığı vurgulanmıştı.
Türk toplumunun ahlaken yozlaşma sorunu yaşadığı bir gerçek. Resmi rakamların gösterdiği üzere, hırsızlık, gasp, tecavüz, cinayet vb. adi suçlar nüfus artış hızından çok daha yüksek bir oranda artıyor. Kadın cinayetlerinde ve “iş kazası” adı altında işlenen suçlarda dünya liderliğine oynuyoruz. İnsanlarımız kabalaşıyor, tahammülsüzleşiyor, duyarsızlaşıyor. Okullarda, öğrenci yurtlarında ve ıslahevlerinde çocuk tacizinin sanılandan daha yüksek düzeyde olduğunu görüyoruz.
Muhafazakârlık ise son otuz yılın yükselen sosyo-politik eğilimi. 12 Eylül’den sonra devletin solu tasfiye etme politikası sadece işkence tezgâhlarının kurulması, faili meçhuller veya siyasi baskılarla sınırlı kalmadı. Solun yarattığı boşluğu muhafazakârlığın doldurması için devlet eliyle Türk-İslam sentezi denilen bir politika yürütüldü. İslamcı partilerin siyasi başarıları, sağdan estirilen rüzgârın yelkenlerini şişirmesi ile yakından ilişkiliydi. Uygun koşullara yaslanarak 1990’ların başlarından itibaren yükselişe geçen Refah Partisi, toplumdaki ahlaki yozlaşmaya dikkat çekmekte ve “manevi kalkınma” önermekteydi.
1990’lardan bugüne hem siyasetin merkezi giderek daha sağa kaydı hem de ahlaki yozlaşma göstergeleri arttı. İlk bakışta paradoks gibi görünen bu durum, aslında bir toplumsal temele dayanıyor.
Aslında muhafazakârlaştıkça ahlaksızlaşmıyoruz. Tersi daha geçerli, ahlaksızlaştıkça muhafazakârlaşıyoruz. Toplumda yükselen ahlaki krize bir cevap olarak dinine-diyanetine sarılma, geleneksel değerlere daha çok yönelme reaksiyonu ortaya çıkıyor. Şüphesiz ahlaksızlığın muhafazakârlıkla perdelenmesi diye bir durum da var. Ancak yakın geçmişte ağırlıklı olan toplumsal süreç, toplumun yükselen ahlaki krize muhafazakâr partilere yönelmekle çözüm bulacağını zannetmiş olmasıydı.
Ahlaki yozlaşmanın kaynağını doğru tespit edemeyen kitleler, çözümü de yanlış yerde aradılar. Böylece hem muhafazakârlaştık hem de ahlaksızlaşmayı sürdürdük.
Türk toplumu Özal’dan bu yana üretimden kopan, borçlanan, dışarıdan bulduğu sıcak para ile içerde tüketimi pompalayan bir iktisadi düzene mahkûm edildi. Devletin elindeki kamu iktisadi teşebbüsleri satıldı ya da yok edildi. Eğitim sistemi çökertildi. İnsan kaynaklarının nitelikçe yükseltilmesine yönelik hiçbir çaba gösterilmedi. Özal’dan Erdoğan’a uzanan çizgide uygulanagelen neoliberalizm, bireyciliği, çıkarcılığı, hayatın her alanında kalitesizliği teşvik etti. Yükselen işsizlik, yoksulluk ve çıkarcılığın vardığı kültürel sonuç ahlaki yozlaşmanın tırmanması oldu.
Toplum, muhafazakârların yönetiminde çürümeye bir çözüm bulabileceğini sanmıştı. Muhafazakârlar da bu algıyı teşvik ettiler. Kendilerini siyasi rakiplerinden dini, geleneksel ve ahlaki değerlere olan bağlılıklarını vurgulamak suretiyle ayrıştırmaya özen gösterdiler. Fakat ahlaki çözülmenin temel nedeni olan neoliberalizmi, borçlanmaya dayalı sıcak para ekonomisini ve tüketim merkezli sistemi uygulamayı sürdürdüler. Bir başka deyişle evlerini ahlaki değerlerin aşınmasına yol açan çürük zeminin üzerine kurdular.
Bu da yetmedi. Cumhuriyet’le hesaplaşma hırsı içinde ötekileştirdikleri ve büyük bir hınç duydukları diğer akımlara karşı kendi “mahallelerinden” olan bütün kişi ve kurumların yaşadığı ahlaki çürüme örneklerine karşı büyük bir ikiyüzlülük sergilediler. Ahlaki skandalların, suçların, ihmallerin üzeri -eğer failler kendi ideolojik referans gruplarından birine mensupsa- ya örtüldü ya da önemsizleştirildi.
1970’li yıllarda “zengin” denilince akla sanayici ve armatör klişeleri gelirdi. Özal ile başlayan tüketim ekonomisi sonucu, 1990’lardan günümüze “zengin” artık üretimden kopmuş bir zümredir. Türkiye dünyanın en zengin beş yüz dolar milyarderi listesine kırkın üzerinde isim sokuyor. Japonya bile bizim kadar başarılı değil! Gerçekte bu durumun iki anlamı var: Birincisi, Türkiye ekonomisini elinde tutanlar sanayi ile ilişkileri olmayan, yani üretmeyen rantiyeciler, faiz ve borsa spekülatörleri. İkincisi, ülkemizin varolan zenginliği toplumsal kesimler arasında korkunç bir gelir adaletsizliği manzarası içinde dağıtılıyor.
Marx, her çağın egemen ideolojisi, egemen sınıfın ideolojisidir demişti. Üretimden koparak mafyalaşmış bir ekonomik sistemi kontrol edenler ile o sistemin kaynaklarını dağıtan siyasetçilerden, toplumun diğer sınıflarına doğru yukarıdan aşağıya yayılan ahlaki değerlerin ne olmasını bekliyoruz ki?