Muhammed ve Samir'in hikayesi bize ne anlatıyor?

Geçen hafta İstanbul’a giderken yolda iki müstesna ahbabın hazin olduğu kadar müstesna hikayesini okudum. 1889 Şam'ından Muhammed ve Samir, on dokuzuncu yüzyıldaki Osmanlı dünyasının dokunaklı bir arkadaşlık örneği olarak benzersiz bir insani dayanışmayı ve insani bağı bizlere sergiliyorlar.

Muhammed'in kör olması ve Samir'in felçli bir Hıristiyan cüce olması gibi kişisel zorluklarına rağmen, günlük yaşamda birlikte ilerlemelerine olanak tanıyan bir ortaklık kurmuşlardı. Şüphe yok ki bu tür dostluk bağlarının temellerini atan bir devlet teşekkülü kendine has siyasetiyle hoşgörü anlayışını toplumun DNA’sına yerleştirmişti.

Osmanlı İmparatorluğu, çeşitli dini toplulukların kendi kanunları çerçevesinde kendilerini yönetmelerine ve aynı zamanda daha geniş Osmanlı hukuki çerçevesi altında bir arada yaşamalarına olanak tanıyan millet sistemiyle biliniyordu.

Bir Müslüman olan Muhammed ile bir Hıristiyan olan Samir arasındaki dostluk, dinsel farklılıkların bölünme kaynağı olabileceği bir dönemde bile dinler arası dayanışma ve işbirliği olasılığını bizlere göstermektedir.

SİGORTA ŞİRKETLERİNE DEĞİL TOPLUMSAL BAĞLARA GÜVENDİLER

Modern refah devletlerinden önceki bir dönemde bireyler sigorta şirketlerinden ziyade sosyal yardım için daha çok kişisel ilişkilere ve toplumun bağlarına güveniyorlardı. Muhammed ve Samir arasındaki ortaklık, sadece ihtiyaçları tamamlayıcı bireylerin birbirlerini destekleyebileceği tabandan gelen bir refah biçimini göstermiyor, eski toplumlarda daha medeni münasebetlerin varlığı hakkında bizlere ip ucu veriyor.

Muhammed'in körlüğü ve Samir'in fiziksel sınırlamaları, karşılıklı yardımlaşmayla hafifletilmiş olabilir yalnız bu ayrıca, insanların iş birliği yoluyla nasıl uyum sağlayabileceklerini bize açıkça göstermedir. Fakat toplumun onlara yaklaşımı tamamen yaşadıkları ülkenin farklı uluslara olan duruşu ve bakış açısıyla ilişkilidir.

Öte yanda resmi devlet destek uygulamaları olmadan, Muhammed ve Samir gibi engelli insanlar hayatta kalmanın ve onurlarını korumanın yollarını bulabilmişlerdir. Onların hikayeleri, bir toplumun en savunmasız üyelerine nasıl davrandığı ve desteklediğine dair daha geniş bir meseleyi vurgulamaktadır.

Bu tür hayat hikayeleri insan ilişkilerinde, özellikle de sıkıntıların üstesinden gelmede ve önemli zorluklara rağmen tatmin edici hayatlar yaşamanın yollarını bulmada bulunabilecek dayanıklılığın bir hatırlatıcısıdır.

Onların bu fotoğrafı aynı zamanda on dokuzuncu yüzyılda engelli bireylerin karşılaştığı zorlukları da ortaya koymaktadır.

ÇATIŞMAYA İNSANİ BİR YÜZ KATTILAR

Muhammed ve Samir, savaşın harap ettiği bir bölgede karşılaştıkları zorluklara rağmen örnek bir dostluk sergilemişlerdi. Aralarındaki bağ, en zor zamanlarda bile dostluğun ve dayanışmanın önemini ortaya koyuyor. Onlarınki gibi kişisel hikayeler, daha geniş çatışmaya insani bir yüz katmakta ve bize savaştan etkilenen bireysel yaşamları hatırlatmaktadır.

Aslında üç büyük İbrahimi dinin (Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam) her biri, onları birbirinden ayıran benzersiz tarihsel özelliklere sahiptir. Yahudiliğin, Mısır'dan çıkış, Babil Sürgünü ve çeşitli diasporalar gibi önemli olayları içeren, binlerce yılı kapsayan sürekli bir tarihi vardır. Hıristiyanlık, Mesih ve Tanrı'nın oğlu olduğuna inanılan İsa Mesih'in yaşamı, öğretileri, ölümü ve dirilişi üzerine kuruludur.

Son olarak İslam hem Yahudilik hem de Hıristiyanlık figürlerini içeren uzun bir çizgide son peygamber olduğuna inanılan Hz. Muhammed'in (SAV) Kur'an öğretilerine dayanmaktadır.

OSMANLI’NIN KURDUĞU MUHTEŞEM DÜNYA

Dolayısıyla farklı dinler inananları birbirinden ayırmaz, ancak inananlar çoğu zaman toplumları dinlere göre farklılaştırırlar. Osmanlı Devleti, Millet Sistemi sayesinde ayrıştırmadan bu çeşitliliklerden faydalanarak muhteşem bir dünya kurmayı başarmıştı. Geçen cuma akşamı yaptığım bir seminerde konuşan Filistinli akademisyen Profesör Ala Alhourani yaptığı tespitinde:

"Osmanlı İmparatorluğu hakkında mevcut durum üzerinde düşünürken, gelişmiş bürokrasisi ve idaresi, özellikle de insan hakları hakkındaki duruşunun farkındayız. Osmanlı İmparatorluğu, kendinden önceki Memlükler de dahil olmak üzere din ile laiklik arasında bir denge kurabilmişti. Bu hakikat, çağdaş toplumda göremediğimiz bir dengedir” şeklinde izah etti.

İki yıl önce vefat eden Güney Afrikalı baş papaz Desmond Tutu'nun dediği gibi, “Tanrı Hıristiyan değildir; hepimiz yaradana aitiz" sözü, bu noktada Muhammed ile Samir'in insanlığa örnek hikâyesini özetliyor.