Mustafa Kemal Atatürk ve Türkiye hümanizması

Avrupa'da, Ortaçağ'dan Yeniçağ'a, yani "yeniden doğuş" anlamına gelen Renaissance'a geçiş, bu dünyadaki yaşamı hiçe sayan, insanı zavallı, sefil bir yaratık olarak gösteren kilise dogmasından aklın ışığıyla aydınlanan bir kültür çağına giriştir. Renaissance düşünce aşaması, Orta Çağ'ın, "insanı ahlaksız ve öteki dünyanın yanında bu dünyayı sefil bulan", teokratik düşünce sistemine karşı bir başkaldırıydı. Bu çağ, insanın özvarlığı ve çevresiyle ilişkisi yönünden bir yeniden doğuştur. Orta Çağ'ın dinin hizmetinde olan kültürü yerine, bağımsız, yalnızca kendine dayanan, konusunu ve amacını kendisi belirleyen bir kültür ortaya çıkmıştır. Doğruyu bulmuş olduğuna inanan Orta Çağ skolastiğine karşılık, Rönesans düşünürü için doğru bulunmuş değildir, belki de sonsuza dek araştırılacaktır, araştırılması da gerekir. Renaissance'taki büyük buluşlara ve (teleskop, güneş sistemi üzerine ilk önemli doğrular, pusula, kitap basımı vb.) keşiflere (Amerika kıt'ası, yeni deniz yolları vb.) yol açmada bu araştırma coşkusunun da payı olmuştur.

Böylece, Renaissance ile birlikte uygarlık tarihine 1. akılcı, özgür, laik bir insanlık kültürü; 2. ulusal devlet, bilgi ve demokrasi; 3. yeni bir evren ve doğa görüşü girmiştir. XV. yüzyılda, Marsiglio Ficino, "evrenin bütün bağlantıları insan ruhunda toplanır, düğümlenir; bu yüzden insanda tüm evreni bilme gücü vardır ", diyordu. Ona göre, gerçek olan yalnızca doğa güçleridir; insan da karakteri ile alınyazısını, yıldızların şu yada bu durumlarına göre değil, doğal bağlantılara borçludur; üstelik insan, kendi alınyazısının özerk bir kurucusudur. Renaissance'te insan, bir organ değil, ağırlık merkezi de kendinde olan özerk, küçük bir dünyadır. XVI. yüzyılda Fransız düşünür Michel de Montaige'e göre, erdem dediğimiz doğaya uygun olarak yaşamaktır. Bunun için de, insan, kendi BEN'ini araştırmalı ve gelişmek için özeleştiriye gitmelidir. Bu düşüncelerle hümanizma doğmuştur.

* * *

Osmanlı Devleti, XIX. yüzyılda, gelişmiş batı kültürüne yönelme çabasıyla Tanzimat'ı ilan ederken, İslâm kültür çevresinin yapısında yer almayan oluşumlarla beslenmiş olan Avrupa, uygarlık yolunda çok fazla yol almış durumdaydı; çünkü bu, 1. çağdaş anlamıyla aydınlanma 'yı yaşamakta olan; 2. ümmet dönemini geride bırakmış uluslar 'dan oluşan; ve 3. sanayi uygarlığı 'nı başlatmış olan bir Batı ‘ydı. Osmanlı Devleti ise bu üç öğeden de yoksundu.

1. Aydınlanma için herşeyden önce - göreceli de olsa - özgür bir ortam gerekir. Ancak o zaman akıl yaşama hizmet edebilir ve geçmişin oluşturduğu normları ve kurumları ancak o zaman eleştiri süzgecinden geçirebilir. Oysa Osmanlı Devleti, eleştiriye kapalı bir ortam içinde sıkışıp kalmıştı. Bunun nedeni, Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyet'e kadar Osmanlı Devleti'nin Ortaçağ'ın dünya görüşü ve bu çağa özgü teokratik ilkelerle yönetilmiş olmasıdır.

2. Osmanlı İmparatorluğu, Tanzimat'la Avrupa'ya yöneldiğinde, karşılaştığı bir başka gerçek de Batı'daki ulus denilen toplum biçimidir. Osmanlı Türk toplumu, ümmet yapısındaydı. XIX. yüzyılda, Avrupa'daki Fransız Devrimi'nden kaynaklanan ulusçuluk coşkusu, Osmanlı İmparatorluğu içindeki etnik topluluklara ulaşarak, başka gerekçeler yanısıra, bunların imparatorluktan ayrılmalarına neden olmuştur. İmparatorluğun ayakta kalmasından sorumlu olan Türkler ise, ister istemez, en sonlara kalmışlar, ancak II. Meşrutiyet sıralarında, yani imparatorluğun dağılma eşiğinde ulusal benlik'leriyle ilgilenmeye başlamışlardır.

3. Osmanlı Devleti, Avrupa'ya ayak uydurma zorunluluğunu duyduğunda, Avrupa'da sanayi uygarlığı ilerlemiş ve durmadan da gelişmekteydi. Osmanlı devleti bu gerçeğe de yabancıydı. Sanayi uygarlığı'nı oluşturan üç etken, matematiksel doğa bilimi , Renaissance'ta Copernicus, Kepler ve Galilei ile başlayıp XVIII. yüzyılda Newton'da olgunluğuna erişmişti; bununla da artık teknik'e uygulahabilecek duruma gelmişti. Bu uygulama, rasyonel, planlı işleri kapsayan bir üretim biçimi, kapitalist tutum ile yürütülünce, modern teknoloji 'nin de yolu açılmış oldu. Bu teknoloji giderek artan bir hızla gelişerek çağdaş teknik'i ortaya çıkardı. Osmanlı Devleti, gerek yapısı, gerekse benimsediği dünya görüşü nedeniyle bundan da nasibini alamamıştı.

* * *

Atatürk, Türk toplumunu Ortaçağ'dan bütün yönleriyle ayıracak süreci başlatan devlet adamıdır. Onun gördüğü iş çağdaştır, çağa uygundur; çünkü çağımız giderek tüm insanlığı kapsamakta olan bir aydınlanma ve bilgilenme dönemidir. Yerinden kımıldayamıyacak kadar hantal ve sakat, Ortaçağ kalıntısı bir ümmet devleti olan Osmanlı'nın, dünya görüşü ve yapısı yüzünden, kendi toplumunun gelişmesini sağlıyacak kesin ve tutarlı bir isteği ve çabası olmamıştır. Atatürk, 5 Kasım 1925'te Ankara Hukuk Okulu'nun açılışında buna bir örnek verir:.

Uluslararası genel tarih içinde Türklerin 1453 zaferini, Istanbul fethini düşünün. Bütün bir dünyaya karşı Istanbul'u Türk toplumuna mal eden güç, aşağı yukarı o yıllarda icat edilen matbaayı ülkeye mal etmek için o zamanki hukukçuların uğursuz direncini göğüsliyememiştir. Eskimiş hukukla, dar görüşlü hukukçulardan buna izin koparabilmek için üçyüz yıl kuşkular, kararsızlıklar, üzüntüler içinde beklemek zorunda kalmışızdır [1].

Atatürk, Batı uygarlığına katılma zorunluluğu karşısında Osmanlı Devleti'nin yarım yamalak önlemlerden kurtulamayan tutumunu aşarak, bu sıralarda tarihin gidişinde en ileri aşama olan sanayı uygarlı'nı bütünüyle benimsemenin gerektiği inancını devrimlerinin temel direği yapmıştır:

Ülkeler çeşitlidir? Ancak uygarlık birdir; ve bir ulusun yükselmesi için de bu biricik uygarlığa katılması gereklidir [2]. (Şubat 1924)

Atatürk, bu inancını 30 Ağustos 1925 günü Kastamonu'da halka şöyle açıklamıştır:

Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimlerin amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını bütünüyle çağdaş ve bütün anlam ve biçimiyle uygar bir toplum durumuna vardırmaktır. Devrimimizin temel ilkesi budur [3].

Burada "bütünüyla çağdaş" ve "bütün anlam ve biçimiyle uygar" sözlerinde iki kez "bütün" sözcüğünün geçmekte olduğunun altı çizilirse, Atatürk'ün devrimlerinin daha hemen başlangıcında, Osmanlı dönemindeki Doğu-Batı çatışması'nı nasıl geride bıraktığı görülür.

Kültür ile uygarlığı birbirinden kesin olarak ayırmanın güç olduğunu, böyle bir ayırımın yapay olabileceğini de düşünmek gerekir. Nitekim, Atatürk böyle düşünmüştür:

Uygarlığın ne olduğunu başka başka tarif edenler vardır (…) Bence uygarlığı kültürden ayırmak güçtür ve gereksizdir [4].

Devrimlerin temel ilkesindeki bütünlüğü belirten sözleri Atatürk, halka, tari-katların kaldırılmasını ve şapka devrimini duyurmak için çıktığı gezide, Kastamonu'da söylemişti. "Bütün anlam ve biçimiyle uygar " derken, buradaki "biçimiyle" sözcüğü, kendisinin artık giymiş olduğu şapka ile de ilgili olsa gerek. Dış Görünüş. İç Dünya’nın dışlaşmasıdır. Giysiler de içimizde bir şeyleri de dışa vuran simgelerdir. İç'teki inançları değiştirmek isterken, onların dışa yansımaları'nı da değiştirmek gerekirdi.

Atatürk'ün, Türk halkını "bütünüyla çağdaş, bütün anlam ve biçimiyle uygar bir toplum" yapabilmesi için, çok temelli değişiklikler'i gerçekleştirmesi, ikiyüz yıldır bir türlü atılamıyan ve atılması da pek istenmiyen ortaçağ safrası'ndan onu kesin olarak kurtarması gerekirdi. Onun, bunun çok iyi bilincinde olduğu, başladığı devrimi tanımlamasında belirgindir:

Türk Devrimi nedir? Bu devrim, sözcüğün birdenbire akla getirdiği ihtilâl anlamından ilerde, ondan daha geniş bir değişmeyi dile getirmektedir [5]. (Kasım 1925)

Bu tanımda, Atatürk'ün hedef olarak gösterdiği devrimlerin amaç ve kapsamları açık ve seçiktir. Bu devrimler yalnızca bir hükûmet biçiminin değişmesi, yani monarşiden cumhuriyete geçiş değildir. Ondan ilerde, ondan çok daha geniş kapsamlı bir değişmeye yol açacak bütünlenmiş bir uygarlık üslûbunun ve bunun ilkelerine göre, tarih içinde oluşmuş kültür alanlarının, sanatın, bilimin, eğitimin, toplumsal ilişkilerin ve benzerlerinin temelden değişmesidir. Bu devrimi, yıkıcılığı ve yapıcılığı ile birlikte kavramak önemlidir. Devirmek kökünden geldiği için devrim sözcüğünden huylananlar olabilir. Ancak devrim gerçeğinin bilincini taşımak ve ona göre davranmak için insanda belli ölçüde bir düşünsel ve moral güç olmalıdır [6]. Atatürk'ün dediği gibi, "İdare-i maslahatçılar esaslı inkılâp yapamazlar".

Atatürk, yeni Türk insanını yaratmış olan Türk hümanizmasının babasıdır. Bu temelden devrimin gerçekleşmesi, yeni bir insanı belli bir doğrultuda yetiştirmeye bağlıydı. Bu doğrultuyu da Atatürk, çok yerinde olarak, "dünyada her şey için, uygarlık için yaşam için, başarı için en gerçek yol gösterici bilimdir"[7], düşüncesini belirtmiştir. Bu özdeyişte bütün bir çağın üslûbu özetlenmiştir. Bu düşüncesini sık sık belirten Atatürk, 25 Ağustos 1924'te de,

Hiçbir zaman hatırımızdan çıkmasın ki, Cumhuriyet, sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister [8],

demiştir. Gerçekten de Atatürk'ün Türk toplumunu kesin olarak yöneltmeyi istediği yeni Batı uygarlığının temel niteliği, aydınlanma tutumuydu. Aydınlanma, yaşama aklın yol göstermesi, yaşama dayanak olacak değer ve normların akılla bulunması, gelenek-görenekleri aklın eleştirisinden geçirmek demektir. Bu da ancak bilim ile sağlanabilir.

Bunun için, herşeyden önce, eğitimde köklü değişiklikler yapılması gerekiyor-du. Bu da ancak çağdaş bilgilere dönük eğitimle sağlanabilirdi. Bağımsızlık Savaşı'nın zaferle sona ermesinden az sonra, 27 Ekim 1922'de zaferini kutlamak için Istanbul'dan Bursa'ya gelen öğretmenlere Atatürk'ün söyledikleri, artık devrimleri taşıyacak yeni insan'a nasıl ulaşılacağını, onu yetiştirmek için nelerin yıkılıp nelerin kurulacığını yalın çizgileriyle belirtir:

Akla uygun hiçbir nedene dayanmayan birtakım geleneklerin, inanışların korunmasında direnip duran ulusların ilerlemesi çok güç olur. Belki hiç olmaz. İlerlemek yolunda bağları ve koşulları aşamayan uluslar çağa uygun, akla uygu bir yaşama içinde olamazlar; genel yaşaşamada görüşügeniş olan ulusların ellerine düşüp onlara tutsak olmak olmaktan kurtulamazlar. Bütün bu gerçeklerin ulusça iyi anlaşılması ve içe sindirilmesi için her şeyden önce bilgisizliği gidermek gerekir. Bunun için öğretim programımızın, eğitim davranışımızın temel taşı, bilgisizliği gidermek olmalıdır. Bu bilgisizlik giderilmedikçe yerimizde sayacağız. Yerinde duran bir şey ise, geriye gidiyor, demektir [9].

Bu sözler, aydınlanma çığırına özgü düşünceleri yansıtmaktadır. O, "akla dayanmayan inanışların atılması", "ilerleme yolu" ve bunun için de "bilgisizliğin giderilmesi" ile, aklı ve bunun ürünü olan bilimin eleştirel özelliği yoluyla yeni, laik bir insanlık kültürü kurmak istiyordu. Renaissance'tan beri gelişen yeni doğa bilimi, doğaya insanı egemen kılma yolunu açmıştı. Bunu da, doğa olaylarına zihnin ürünü olan matematik kavramları uygulamadan oluşan matematik fizik sağlamıştı. Şimdi aynı yöntemle - deneyi düşüncede işliyerek - kültür dünyasının olayları da ele alınacak, bilginin ışığıyla onları da insanın gereksinmelerine göre yönlendirme yolu buluna-caktır. Atatürk, aynı konuşmasında şunları da belirtir:

Gözlerimizi kapayıp herkesten ayrı ve dünyadan uzak yaşadığımızı düşünemeyiz. Ülkemizi bir sınır içine alıp dünya ile ilgisiz yaşımayız. İleri ve uygar bir ulus olarak çağdaş uygarlık alanı içinde yaşıyacağız. Bu yaşama da ancak bilgi ile, teknik ile olur. Bilgi ve teknik nerede ise, oradan alacağız ve ulusun her bir insaının kafasına koyacağız. Bilgi ve teknik için başka bağ, başka koşul yoktur [10].

Atatürk, çağdaş bilgilere dönük eğitim yanısıra, öğretim birliği'ni de gerekli görmüştür. Bu düşüncenin yaşama geçirilmesi için, önce ortamın Osmanlı'dan arta kalmış ortaçağ kurumlarından arındırılması zorunluydu. Bu da eğitim alanında, Halifelik ile Şer'iye Vekâleti'nin kaldırılıp laikliğin başlatılmasıyla yolu açan 3 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat (Öğretim Birliği) Yasası ile sağlanmıştır. Bununla da yeni insanı tek elden, tek bir eğitim modeline göre yetiştirip hem çağdaş uygarlığa bütün toplumca ayak uydurmak, hem de ulusal birliği güçlendirmek olanağı elde edilmiştir.

Ortaçağ yükünü Cumhuriyet'e kadar sürükleyen medresenin ortadan kalktığı, Halifelik ile Şeriye Vekâleti'nin de kaldırıldığı 1924 yılı Atatürk devrimlerinin gerçek başlama tarihidir. Bu devrim, ancak önyargılardan, boş inançlardan arındıran özgür düşünme ve yaratma ortamında oluşabilirdi. Bu önkoşulu, Atatürk şöyle dile getirmiştir:

Şimdiye kadar ulusun beynini paslandıran, uyuşturan ve bu istekte bulunanlar olmuştur. Herhalde zihinlerde bulunan bütün boş inançlar tümüyle atılacaktır. Onlar çıkarılmadıkça beyne gerçek aydınlıkları aşılamak olanaksızdır" [11].

Bu sözleriyle Atatürk, yeni bir kültür savaşını başlattığını duyuruyordu. Bu kültür savaşının içinde, Türkçe'nin bir ulusal kültür dili'ne dönüştürülmesi de yer alıyordu. Aydınlanma çığırının baş özelliği, bilgi denilen kültür değerinin herkese ulaştırılmasıdır; bilginin toplum içinde yaygınlaştırılmasıdır. Bu, bilgi demokrasisi'dir. Bunun için de, herkesin kolayca kavrıyabileceği bir dil gerektiğinden, aydınlanma çağları, ulusal dillerin de geliştirildiği, ulusal dilin sorun olduğu dönemlerdir. Atatürk için de dil sorunu vardı; bu sorun, imparatorluktan miras kalan Osmanlıca'nın ulusal bir kültür dili olmayışı idi; Arapça, Farsça terkiplerle dolu, karma bir dildi. İyice kavranması için Arapça ve Farsçayı bir yere kadar öğrenmek elbette gerekliydi.

Ortaçağ'da, Hıristiyan ümmetinin ortak kültür dili Latince olması gibi, İslâm dünyasının ortak kültür dili de Arapça'ydı. Halk, bu dilleri bilmediğinden, bu dili bilen egemen sınıflar tarafından, istenilen biçimde yönetiliyordu. Ancak dinden bağımsız bir dünya kültürü anlayışını getiren Renaissance ile birlikte, Avrupa'da Hıristiyan ümmetinin birleştiriciliği çözülmeye başlayınca, buradaki uluslar birer birer kendi özelliklerini, Bu arada da en başta kendi dillerini geliştirmeye girişmişlerdir. Latince de giderek arka plana çekilmek zorunda kalmıştır. Bir ulusun dili de, ulusal bilinçle birlikte yerleşir.

Ulusal dile giden yolun ilk aşaması harf devrimiydi. Latin harflerinin benimsenmesi ve 1929 yılının ilk günü bütünüyle uygulamaya geçilmesi Atatürk'ün bu yolda attığı ilk ve zorunlu adımdır. Arap harfleri yüzyıllar boyuca Türkçe'nin ses değerlerini gerektiği gibi, rahatça ve doğru olarak yansıtamamıştı. Hele Osmanlıca'nın çözülmeye yüz tuttuğu, yerine Arapça'dan giderek arınan bir Türkçe geçmeye başladığı bir gelişmede, işleklik kazanan ya da yeniden oluşturulan sözcükleri, Türkçe'ye uygun da olamıyan bu harflerle yazmak, güçlükleri büsbütün arttırıyordu. Atatürk, 8 Ağustos 1928 günü, Sarayburnu Parkı'ndaki harf devrimini başlatan konuşmasında şöyle diyordu:

Asırlardan beri kafalarımızı demir çerçeve içinde bulunduran, anlaşılmayan ve anlamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak ve bu gereği anlamak zorundayız" [12].

Türkçe'nin seslerini başarıyla yansıtabilen Latin harfleri, Atatürk'ün Bağımsızlık Savaşı'nın hemen bitiminde Bursa'da, 27 Ekim 1922'de ileri sürdüğü "Eğitimin temel ilkesi, bilgisizliği gidermek olmalıdır" amacına varmada zorunlu bir altyapıydı. Yeni yazının uygulamaya başlandığı yıl içinde açılan "Millet Mektepleri"nde yarım milyonu aşkın yetişkin yurttaşın okuma öğrenmesi, yeni yazının başarı ve haklılığını kanıtlamıştır.

Atatürk'ün bu programı içindeki ikinci aşama dil devrimi'ydi. Bakanlar kurulu, "Dilimize Latin haflerinin uygulanma biçimini ve olanağını düşünmek üzere" 23 Mayıs 1923'te bir "Dil Encümeni" kurmuştu. İlk toplantısında alfabe ve gramer alt kurullarına ayrılan bu encümen ile dil devrimi devletçe başlatılmış oluyordu. Az zamanda, sözlük, terimler, etimoloji ve benzeri dil konuları üstünde de durmak gerektiği anlaşılınca, harf devrimini hazırlamak için kurulan Dil Encümeni'nin böylesine geniş bir işi başaramıyacağı, daha geniş bir örgüt gerektiği gündeme geldi. Bunun üzerine Atatürk'ün direktifi ile Türk Dili Tetkik Cemiyeti[13] 12 Temmuz 1932'de kuruldu. 26 Eylül 1932'de, Dolmabahçe Sarayı'nda Atatürk'ün başkanlığında toplanan ve yabancı, dil bilginlerinin de bulunduğu birinci kurultay' da şu kararlar alındı:

1. Türk dilini ulusal kültürümüzün eksiksiz bir anlatım aracı durumuna getirmek, Türkçe'yi çağdaş uygarlığımızın önümüze koyduğu bütün gereksinmeleri karşılayacak bir yetkinliğe erdirmek,

2. Bunun için, bugün yazı dilinden Türkçe'ye yabancı kalmış öğeleri atmak, halkçı bir yönetimin istediği biçimde, halk ile aydınlar arasında nitelikçe ayrı iki dil varlığını ortadan kaldırmak ve ana öğeleri öz Türkçe olan ulusal bir dil yaratmak [14].

Atatürk'ten sonra gelip geçen hükümetlerin çoğu Türk Dil Kurumu'nu desteklememiş, en azından onunla ilgilenmemiş ya da ona güçlükler çıkarmıştır. Buna karşın dil devrimi günden güne yayılmış ve bugün devlet dili, Türk yazınının en önde gelen yazarlarının, bilim ve sanat adamlarının dili olmuştur. Kısacası, Türk Dil Kurumu 'nun çalışmalarıyla Türkçe zenginleşmiş, genişlemiş ve yeni anlatım olanaklarına kavuşmuştur.

Atatürk, aydınlanma ve hümanizma çığırını tamamlamak için daha birçok alanda ilkleri başlatmıştır. Yeni bir ulusa, yeni bir tarih anlayışı ve bilinci sağlamada yararlı olacak Türk Tarih Kurumu'nu kurmuş ve mirasının büyük bir bölümünü Türk Dil Kurumu ile Tarih kurumu'na bırakmıştır. Tarih araştırmaları yoluyla, cemaat yaşamından ulus yaşamına geçen Türk toplumuna tarihsel bilinci ve içeriği kazandırmayı düşünmüştür. Atatürk 1922 Kasım'ının sonunda Bursa'da öğretmenlere yaptığı konuşmasında şöyle diyordu:

Açık söyliyeyim ki, biz üçbuçuk yıl öncesine değin cemaat halinde yaşıyorduk. Bizi istedikleri gibi yönetiyorlardı. (…) Üçbuçuk yıldır ulus olarak yaşıyoruz. Bunun elle tutulur, gözle görülür tanığı yönetimimizin biçimidir, ki bunu yasalar Büyük Millet Meclisi Hükümeti‘ diye adlandırmıştır [15].

Burada Atatürk'ün "üçbuçuk yıl önce" dediği, Osmanlı Devleti'ne son veren ulusal eylemi başlatan Samsun'a çıkıştır. Atatürk, Türk Tarih Kurumu'nu, Türk Dil Kurumu 'ndan bir yıl önce 16 Nisan 1931'de kurmuştur. 1934 yılında, Büyük Millet Meclisi'ni açış konuşmasında bu iki kuruma verdiği önemi şöyle belirtmiştir:

Kültür işlerimiz üzerine, ulusça gönüllerimizi titrediğini bilirsiniz. Bu işlerin başında da Türk tarihini doğru temelleri üzerine kurmak; öz Türk diline değeri olan olan genişliği vermek için candan çalışılmakta olduğunu söylemeliyim. Bu çalışmaların göz kamaştırıcı verimlere ereceğine, şimdiden inanabilirsiniz [16].

Görülüyoır ki, kimilerinin öteden beri ileri sürdükleri gibi, Atatürk dönemi Türkiye'yi tarihinden koparmamış, tam tersine, bir hanedan tarihi darlığından kurtarıp Türk tarihinin artık karanlıklara karışan boyutlarına kadar uzandırmıştır.

Atatürk'ün başlattığı Türk hümanizmasının gelişmesinde, bilim ve sanatı ileri götürmede daha birçok ateşleyici vardır. Bunlar arasında Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Istanbul Üniversitesi Reformu, Atatürk'ten sonra, tarihsel bir yanlış olarak, ortadan kaldırılan Halkevleri ve Köy Enstitüleri bunlardan bazılarıdır. Bu aydınlanma çığırı içinde, Osmanlı Devleti'nde ikinci sınıf bir vatandaş, hatta zaman zaman erkeğin kölesi olarak görülen kadının, doğal ve yasal haklarına Atatürk devrimleri ile kazandığını hepimiz biliyoruz. Burada önemli olan nokta, Türk kadınının seçme, seçilmede ve yüksek makamlardaki görevlerde erkeklerle eş haklara kavuşması, Atatürk sayesinde, örnek alınan Batı'nın birçok ülkesinden daha önce oluşudur. Başka deyişle, Kadın Hakları konusunda Türkiye, aydınlanmasını birçok ülkeden daha önce gerçek-leştirmiştir.

Burada, başlıbaşına bir inceleme konusu olan aydınlanmanın dinamosu olan sanattan sözetmiyorum; çünkü Atatürk'ün sanatın her dalında başlattığı devrim ayrı bir inceleme gerektirir.

Atatürk Devrimi'nin eksik kalmasının, yer yer yürümemesinin nedenleri kendisinde değil, içinde gelişmek zorunda olduğu tarihsel-toplumsal ortamın direnmesinde aranmalıdır. Bu devrimler insanlık tarihinin genel gelişimine uygun ve çağdaş olduğundan, engellere ve ters gelişimlere karşın, ilerliyecektir. Tarih, tuttuğu doğrultudan ayrılanların üstünden acımasız bir biçimde gelip geçer. Bu gerçek de Atatürk Devrimi'ni tamamlamaya zorlar. Atatürk'ün kendisi de "Devrimin bütünlenmesi gerektir"[17], diyor ve yaşamın temel gerçeğini, sanki metafizik bir sezgi ile yakalamış gibi ekliyordu:

Devrimler yalnız başlar, ama devrimin bitişi diye bir şey yoktur. Başlamak ve bitmemek gerek doğada , gerekse toplumda devrimin evrim ile benzer olan ortak yasasıdır .

Bu devrim, Ortaçağ dünya görüşü ve düzeni büsbütün aşılıncaya, çağdaş endüstri uygarlığına yaratıcı olarak katılıncaya dek sürecektir. Sanayileşmede yol aldıkça, Atatürk devrimleri de özlerine uygun, gerçek ortamlarını bulacaklardır.

[1] Behçet Kemal Çağlar, Bugünün Diliyle Atatürk'ün Söylevleri, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara 1968, s. 161.

[2] Utkan Kocatürk, Atatürk'ün Fikir ve Düşünceleri, Edebiyat Yayınevi, Ankara 1971, s.85.

[3] Atatürk'ten Düşünceler, derl. Enver Ziya Karal, (3. baskı), İş Bankası Kültür yayınları, Ankara 1969, s. 41.

[4] Afet İnan, Mustafa Kemal Atatürk'te Yazdıklarım, Ankara 1969, s. 48.

[5] Atatürk'ten Düşünceler, s. 41.

[6] Atatürk, 23 Ağustos 1925'te Kastamonu'da Giyim Devrimi 'ni açarken başındaki şapkayı göstererek "Buna şapka derler", demiştir. Olayın gerçek adını anmakla da, "güneş siperli serpuş" gibi daha önce ortaya atılmış olan kaçamaklara son vermiştir.

[7] "Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için, muvaffakiyet için en hakiki mürşit ilimdir, fendir"

[8] Atatürk'ten Düşünceler, s. 78.

[9] Bugünün Diliyle Atatürk'ün Söylevleri, ss. 87-8.

[10] A.g.y., s. 87.

[11] Atatürk Diyor ki, Varlık Yayınları, Istanbul 1951, ss. 58-9.

[12] Bugünün Diliyle Atatürk'ün Söylevleri, s. 181.

[13] III. Türk Dil Kurultayı'da (24,31 Mayıs 1936) bu cemiyetin adı, Türk Dil Kurumu olarak değiştirildi.

[14] Şerafettin Turan, Atatürk ve Ulusal Dil, Türk Dil Kurumu Yay. Ankara 1981, s. 20.

[15] Bugünün Diliyle Atatürk'ün Söylevleri, s. 88.

[16] Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, I, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yay., Ankara 1959, s. 363.

[17] Afet İnan, s.7.