N’aber Şeytan, Durum Nedir!

Çarlık Rusya’sının önemli yazarı, gencecik ölüp giden Leonid Andreyev’in nefis romanı Şeytanın Günlüğü’nde, cehennemde sıkılan şeytan yeryüzüne iner. Amerikalı (!) milyarder Henry Wandergood’u öldürüp yerine geçip zebani arkadaşı Toppi ile ortalığı karıştırır. Bir yerde şöyle der, altını çizmişim: “Geçmişin ne kadar karanlıksa bugünün o kadar aydınlık görünür.” Onun için belki, hakkında kötü söylenen insanlarla daha çok ilgilendim ben. Nihayet şeytan, romanın sonunda, insanların cehennemi yeryüzünde inşa ettiğini görür; ona gerek kalmamıştır.
Benzer mevzuyu, bu kez sinemada ele alan, döneminin çılgın filmlerinden Recep İvedik 6’da... Dur canım! Şaka ediyorum. Söz edeceğim filmi İvedik ile karşılaştırma, o vakit düştüğün Çukur’u görüp üzülürsün. Benzer mevzuyu, 1988 yapımı Atıf Yılmaz şahikası, Arkadaşım Şeytan’da bulursun: Yılmaz’ın en deli çalışmalarından. Mesaj yine Andreyev’in romanına benzer (mesaj vermek için film çekilmesi de garibine gitmedi mi): Şeytan dünyaya gelse buradaki dostlarından zayıf kalacaktır artık. O, buraya göre iyi biridir.
Filmin açılışında gencecik şarkıcı rolünde Mazhar Alanson, reklam filmi için seslendirme yapmaktadır. Fakat kodaman patrona beğendiremez. Kayıt stüdyosunda gördüğünüz sakallı genç, filmin senaristi Ümit Ünal’dır (Halit Refiğ, Ayşe Şasa ve Atıf Yılmaz’ın katkılarıyla yazılmıştır hikâye). Nihayet bizim adam isyan eder; Ünal da ona “bu devirde parayı veren düdüğü çalar aslanım” buyurur. Üzücü giriş...
Ardından en sevdiğim şarkılardan biri: Tam Ortasındayım Yağmurun çalarken bindirmeyle bara geçeriz. Zavallı müzisyenin başarısız hayatı. Barda kimse dinlemez güzelim şarkıyı, gelgelelim Fuat ile Mazhar plan boyunca çalıp durur. Gözler Özkan’ı arar, yoktur; yerine Ayhan Sicimoğlu’nu görürüz.
Bildiği tüm işlerden o gece istifa etmiş Mazhar, Beyoğlu Hazzopulo Pasajı’nda görünür sonra. Şapkacı dükkânının orada genç ve yapayalnızdır sanatçı. Konuştuğu, vitrin mankeni sevgilisi hanımefendi Yaprak Özdemiroğlu’dur; nasıl gencecik, seksenlerin güzelliğini gösteriyor. Bir Sait Faik hikâyesi gibidir o plan. Genç sanatçı ortada kalmıştır şimdi. Tam dönüp eve gidecekken mankenimiz ona Faust’u hatırlatır. Dr Faust gibi ruhunu şeytana satsana der; belki o zaman istediklerin gerçek olur.
Aslında şeytanla insanı konu alan en eski edebiyat veriminin bir uyarlamasıdır hepsi. Recep İvedik’te falan böyle “büyük” şeyler göremezsin. Bizim tertemiz Şaban’ımız, hiç değilse Keloğlan’dı, Karagöz’dü, Hacivat’tı... Beriki hiçbiri değil; sümük, tükürük vb... Seksenlerin sonunda genç sanatçı nihayet Faust gibi ruhunu şeytana satmayı tercih eder. Zaten filmdeki adı da Fatih’tir, Faust’a benzer.
Asıl adam Ali Poyrazoğlu bu sahnede görünür işte: Şeytan! Üstelik o artık kâbuslarımızın korkunç imgeler kuşanmış şeytanı değil, kaşkolu boynunda, ağırbaşlı, bıyıklı, gözlüklü, İstanbul beyefendisi tadında bir adamdır. Yine de “insana secde etmem” havalarından geri durmaz. Derdi ruhlarımızı ele geçirip günü geldiğinde Tanrı’dan daha çok ruha hükmetmektir. Fakat sorun var! Artık buralarda liberalizm hüküm sürmektedir. Ruh çoktan tedavülden kalkmıştır, kimsenin ruh gibi boş şeylerle işi yoktur artık.
Şimdi Fatih ile şeytan birliktedir. Beraber, şeytanın daha önce meşhur ettiği üç büyük işadamına (biri reklamcı, öteki yapımcı) giderler. Şeytan, hepsinin iplerinin elinde olduğunu sanmaktadır (yani ruhlarının). Oysa devir, nakit devridir.
Filmin müthiş kara mizahından söz etmeliyim. Gaz çıkarma, geğirme komiklikleri yok, baştan uyarayım! Bir sahnede şeytan ile Fatih, apartmanda karı koca kavgasına tanık olur. Koca, gencecik Levent Tülek’tir, karısını aldatmıştır. Bizimkiler ayırmaya kalkışınca adam şeytanın arkasına saklanır, “ne yapalım karıcığım, affet, şeytana uydum” der, o sırada Poyrazoğlu dönüp kızar adama: “Alçak herif, hayatımda hiç görmedim seni!”
Küpesini kaybetmiş kız, sokakta “şeytan aldı götürdü, satamadan götürdü” diye tekerleme söylerken Ali Poyrazoğlu ne oldu kızım, diye konuya girer; olayı dinledikten sonra “benle ilgisi yok” evladım şeklinde akıl verir. Filmin bir yerinde tavla oynayan Fatih ile şeytana kahveci gelip çay bırakırken şeytanınız bol olsun der... Poyrazoğlu’nun bacağı burkulunca iş adamları şeytanın bacağını kırdık diye alay eder! Daha neler var, üstelik yerli yersiz küfür de yok. Hele Fatih’in bitmeyen kadın meselesine, şeytanın “onlarla baş etmek zor, ben şeytanlığımla bile pek bulaşmıyorum o tarafa” demesi bugünün hoyratlıklar dünyasında kime ne ifade eder bilemem.
Yine edebiyata dönerek Ruslardan şeytanlı bir başyapıt, Usta ile Margarita’yı anayım. İçinde İsa, Rus entelektüelleri, SSCB’nin sanat politikası, halkın döviz düşkünlüğü, her köşede bekleşen gizli ajanlar bulunan, ateistlikle dalga geçilen, kanatlanıp uçan kadınların göründüğü fena halde deli bir eser. Yazmasaydım delirecektim olayı değil bu ama, dikkat; deli olduğu için yazanlarla ilgileniyorum ben. Burada şeytanın adı Woland ve Sovyet toplumunu ziyarete gelir. Bulgakov’un şeytanı nasılmış, bakıp öyle bağlayalım, kitabı bir ara daha uzun yazacağım: “Dişleri kaplamaydı, ama sol taraftakiler platin, sağ taraftakiler altındı. gri iyi kumaştan bir elbise, elbisesinin renginde yabancı malı ayakkabılar giymişti. çapkınca kulağının üstüne yıkılmış gri bir bere, koltuğunun altına sıkıştırdığı, fino köpeği kafası oyulmuş kamış bastonu giyimini tamamlıyordu. kırkını çoktan bulmuş olmalıydı. ağzı hafif yamuktu. sinekkaydı tıraşlıydı. esmerdi, sağ gözü kara, sol gözü, nedendir bilinmez, yeşildi.”