Namus bacak arasında mı?

Rubai, dörtlük demek. Divan edebiyatı formlarından biri. Dört dizeden oluşur, birinci, ikinci ve dördüncü dizeler kafiyelidir. Doğum yeri İran. Arapça erba kelimesiyle akraba; dördüncü demek. Buyur işte, işin uzmanı Hayyam’dan gel sana bir rubai: "Bir sır daha var, çözdüklerimizden başka! / Bir ışık daha var, gördüğümüz ışıklardan başka. / Hiçbir yaptığınla kifayet etme, geç öteye, / Bir şey daha var, bütün yapılanlardan başka." Müennes bir kelime rubai, yani dişildir. Müennes de zaten nisa kelimesiyle akraba, kadın demek. Rubai denen bu dostumuzun müzekker hali de rabi’dir. Müzekker, zekeri, erkeklik organı olan yani erkek (düşün derim bu arada Zekeriya ne demek)... Başa döneyim. Sinekli Bakkal’ın kahramanının adı da rubai üzerinden gelen Rabia; kelimeler akraba. Dördüncü demek. O el işaretini biliyorsun, bir ara Ak Partililer yapardı. Rabia el Adeviyye diye bir hanım var; Basralı, tasavvuf şairi; o işareti yapanların birçoğu, hiç okumamıştır şiirlerini... Gelgeldim, bizimkiler bilmese de Avrupalı 13’üncü yüzyıldan beri bilir Adevviye’yi. Londra’da 1928’de yazılmış tez var, şairle ilgili.
Rabia dördüncü de Salise ne peki? Üçüncü! Sultan Selim-i Salis dersen Üçüncü Selim olur. Haremde ney üflerken ele geçirilen, elindeki neyle talihsiz, kendini savunmaya çalışırken kanı yere dökülerek (zira kuraldı, Osmanoğlu’nun "asil" kanı yere dökülemezdi) öldürülen, ilerici bir adam. İlhami mahlasıyla şiir de yazdı. Lahana için bile şiiri var. Besteci hem. Salise ile salı da akraba; üçüncü gün demek. Saniye ne peki? O da ikinci. Dakika birinciyse zaten saniye ikinci. Esna ile akraba. Bir şeyin yapıldığı an anlamına gelse de esna, daha çok "iki" şeyin üst üste gelmesi. Gelelim Vahide’ye. O da Arapça bir demek.
Ne denebilir, kız isimleriyle sayılar arasında bağ kurdum. Ben değil yani, zamanında Araplar kurmuş. Seviliyordur, evlat dünya meyvesi, tabii sevilir ama kız çocuklarını, belki de pek değerli görmediklerinden, belki başka sebeplerden doğum sıralarına göre numaralamışlar. İlk doğana Vahide, ikinciye Saniye, üçüncüye Salise, dördüncüye Rabia, bitti gitti.
Dünyaya kattıkları derin kültür yanında, bir dönem, kızları diri diri gömdüklerini de biliyoruz. Bu tarz bir eylemin asıl sebebinin geçim sıkıntısı olduğu söylenir. Zira çölde kaynaklar belli. Erkek çocukların hayata katkısı ve kabilenin çıkarı (!) için de korunması gerekiyor; dolayısıyla evlatlardan biri feda edilecekse önce kızlar denilmiş. Sadece kızlar da değil, durum daha kötüye gidiyorsa erkeklerin de aynı uygulamayla feda edildiği biliniyor.
Yenilerinden söz etmek istemem ama eski Türklerde durum ne peki? Bizimkilerde kıza kadına (kızı ve kadını bekâret değil, yaş bağlamında kullandım, yedi yaşındaki çocuğa kadın denmez çünkü, denildiğini gördüm) verilen değer eşsiz; komutan veya hakan gibi yetiştiriliyor kızlar. Bilge Kağan kitabesinde kağan, söze "sizler anam katun (katun kraliçe, hatun da buradan), büyükannelerim, hala ve teyzelerim, prenseslerim" diye başlar. Eski Türk inancında han ile katun yer ve göğün evladıdır; kadının yeri, yedinci kat gök oluyor. Kağanın buyruğu sadece "kağan buyuruyor" diye başlarsa kabul edilmezdi; haniydi kadın, neredeydi? Hem yabancı elçiler, kadınlı erkekli karşılanırdı. Törenlerde kadın, hakanın solunda oturur siyasi ve idari görüş beyan ederdi. Büyük Hun İmparatorluğu adına Çin ile ilk barış antlaşmasını Tanrıkut Mete Han’ın katunu da imzalamıştır. Ayrıca kadın, miras hakkına da sahipti. Erkekle birlikte çalışır, ailesini geçindirirdi. Göç kurar, hayvan otlatır, kılıç kuşanır, silah kullanırdı. Erkekle yemek yer, toplum içinde birlikte oturur, eğlenirdi. Yenisini bilemiyorum ama eski Türk geleneğinde kadın, arkadaş, anne, sevgili; hepsini geçelim, tek başına devletti. Kadına şiddet, bu coğrafyada daha geç dönemlerin işi. Cengizhan, eşi için bir mecliste kendisini dinleyenlere şöyle demişti: "Ben sizin han’ınızım, bu da benim han’ım". Hanım da zaten buradan gelir.
Eski Türkçede namus kelimesi yok; "utanma" var sadece. Ut kökünden, utanma: Küçülme, biri karşısında küçülme. Cinsiyet hiyerarşisi değil. Namus kelimesi yok, zira ihtiyaç yok; namussuz olduklarından değil, namussuzluk etmiyorlar. Zaten namus, en çok namussuzların kullandığı kelimedir. Ut kökü, bizde sonradan avret yeri anlamına gelecek, oradan da avrat olacak.
Namusun aslı nomos, Antik Yunan’da yasa, kanun demek. Mesela ev anlamındaki oikos ile nomos birleşsin, oikos-nomos yani ekonomi olur. Evin ihtiyaçları gibi. Yunan’dan çıkıyor, Aramice üzerinden Araplara; oradan da bize gizlemek anlamıyla geliyor bu nomos. 1969’da yayımlanan Nomos and The Beginnings of the Athenian Democracy isimli kitapta Martin Ostwald, Hipokrat’tan Aristofanes’e, Euripides’ten Heredot’a gidip nomos’un kullanılışına bakıyor. Çok acayip bak: Aristofanes’e göre nomos, kadınların, tanrıça Demeter hürmetine grup seks partileri düzenlemesi demek. Namuslular, Demeter’in töresince bu işlere giriyor. Namusun bacak arasına indiği ilk yer olmalı, fakat buradaki namusluluk, bugünkü ortalama ahlak dizgesinin tam ters düzeyinde algılanıyor!
Marquez’in, Kırmızı Pazartesi’deki bir kahramanı "namus aşktır" der. Bu da bir tanım. Büyük usta, Yunus okudu mu bilmem ama müthiş dörtlük, rubai olmasa da şöyle: "Aşkın odu geldi yüreğim harlar / Aşkı olan arı namusu neyler / Be hey Yunus sana söyleme derler / Ya ben öleyim mi söylemeyince." Aşk varsa, söz de yanındaysa gerisi hikâye.

Not: 14 Mayıs, saat 14’te, Akdeniz Üniversitesi’ndeyim. Gençliği, edebiyatı, cumhuriyeti konuşacağız.