Nasılsınız Edip Bey...

Var mıydık demiş, cevap vermiştiniz kendinize: “Belki, biraz...” Zaten sizin şiiriniz, kendi kendine konuşmanın uzun şiiriydi. Bir plak gibiydi gökte mavilik, yaşamınıza dadanan anlardı bunlar hep... Ahmet Oktay, (sahi onu da yitirdik değil mi, 3 Mart 2016’da sözün büyük zamanına karıştı Oktay, gitti), bir şiirinde, nasıl da severim (şiiri hep, çocukları sever gibi sevdim) babasının verdiği mineli çakmağı unutmuştu... Çakmağı, o çakmağın ateşini, edebiyatın sahici yakıcılığını arıyorum yıllardır. O Ahmet Oktay ki başka bir şiirinde sizin için “Edip mi, hüznün eski bilgesi” diyordu, “yaşamak yükü ve umuduyla baygınlaşan...” Bir yüktü değil mi yaşamak, omuzlarımızdan kalkmayan. Direnç yükü, imge yükü, aşklar, ayrılıklar yükü. Umutla baygınlaşan. Umut belki iyidir ama fazlası kalbe, ruha zarar... Ziya Osman Saba, iyilik, ürpermesi vücutta ruhun dese de Kafka, iyinin, bir bakıma iç karartıcı olduğunu söyler. Hem sadece umudun, iyiliğin tek başına işe yaramadığı nice durum var.
Öyle ya, kim sevişirdi acıları olmasa, demiştiniz Edip Bey. Bilirsiniz, sessiz sakin sokaklarda bir çiçekle camlar kırılırdı bazen, gülleri, glayölleri, pezevenkleriyle Anadolu Pasajı kapalı henüz; mavi bira kasaları dışarda, öğlendir, güneş votka kadehinize bir limon dilimi gibi düşecek; az sonra belki Orhan Kemal ile Buyrukçu gelecek, Refik’te öğlen rakısı! O Beyoğlu yok şimdi. Hayıflanacak değilim. Yeni bir Beyoğlu önümüzde. Onu dönüştürüp güzelleştireceğiz. Eskiden Pera’ya kravatla çıkılırdı diye yazıklanmak boş. Kravat da var, Pera da... Tak, çık. Gelgelelim siz yoksunuz artık. Sanki dünyadaki tüm çay ocakları kapandı; bir kadın çamaşır asıyor işte; göğüslerinin arasındaki terli çizgiye, Kapalıçarşı’dan indirimle alınmış hafif bir altın kolye düşmekte; zaman, artık bir otel kapısı, biraz istasyon...
Perdeler kapalıdır Edip Bey, sessiz öğle aşkları oturma odalarında... Yaz kasabalarında, serin çarşaflarda, rüyalara karışmış çocuk sesleriyle dolu öğle uykuları. Öğle uykusu ne güzel şey uzun yaz günlerinde. Öte yanda bir inşaattan sesler gelir: İşçilerimiz demiştiniz, “yarını kuracak olan işçilerimiz, Coca Cola’ya doğrayıp ekmeklerini yemek yemektedir”... Edip Bey, şiiriniz dünyalar sunar, içkiler, çiçekler... Bir şey vaat etmez hiç. Bir azarlanmayla ölümünü düşünen çocuklar gibidir. Bir asker mektubudur şiiriniz; hiçbir pul, hiçbir zarfa yakışmayan.
Sonra sabah erkenden kalkıp yüzünü denizde yıkamak, ey Bodrumlu, koca kaptan! Denize âşıktınız, biliyorum. Bir ara ufak bir tekne alıp oyalandınız: Tevekkeli değil, reis dediniz sevdiklerinize... Bu kelime bugün anlam değiştirdi. Yine de en büyük reis Bedri Rahmi bana göre. Memleket ressamı Bedri. Sizse Edip Bey, memleket şairi falan değildiniz. Herkes öyle olmak zorunda değil zaten. Özlem ki tutkunluktur bir başkasının özlemine demiştiniz... Affınıza sığınarak size Edip Caneriği demek isterim. Yazın ilk müjdecisi! Önce badem, çağla gelir (Cemal Süreya şiiri), daha sonra da sizle yaz başlar (limonlu votka). Kışsa daima Turgut Uyar’ın, şehrin tenha bir yerine kurulmuş Büyük Saat’idir. Çok kısa sürer caneriği. Bilen bulur onu, bulan bilir... Bedri Rahmi Reis, caneriğini anlatmıştır bir şiirinde ki sizdiniz: “Bir gölge düştü önüme dedi ki: / Bir yüküm var benden ağır / Bir yüküm var beni taşır / Adı candır.”
Tanpınar bir yazısında, şaire, mısrada uçuyor muydun, diye sorar. Siz ne güzel uçardınız, bir caz müziği dinlercesine. Edip Cazsever demek istiyorum size. Ağustosun eşiğine geliyoruz yavaşça Edip Bey. O nefis Kirli Ağustos elimde. Bir karanfili elden ele büyütüyoruz siz gideli beri. Ara sıra da olsa, bizim olmayan bir sevinç duyuyor, göneniyoruz. Böyle geçiyor zaman. Nicedir aklımdaydınız, yazayım istedim size. Saygılarımla.