Nizar Kabbani, coğrafya ve kader

“Sorumludur gözlerin, sultanım

Arzın dönmesinden

Ve istikbalinden milletlerin”

Nizar Kabbani bize şiirin pasaportunu gösteriyor. O pasaportun soğuk damgasıdır sorumluluk.

İşin aslına bakacak olursak burnumuzun dibini görmüyoruz. Sözlü kültürün her zaman ağır bastığı bir iklimde, yani “şiir tebeşir dairesinde” yaşamamıza rağmen Kenan çobanlarının sesini duymuyoruz. Nedenleri üzerine binlerce matematik denklemi kurulur, formüller yazılır, görelilik kuralı yıkılır. Eğer bir nedene bağlamak gerekiyorsa “Coğrafya kaderdir” sözünün üzerimize sinmiş olmasından ya da “kader”e boyun eğmeyişimizden diyebiliriz. İki türlü düşünebiliriz bunu, gözümüz kulağımız Batı’da. Hem hesaplaşmak için hem de “Biz öyle değiliz, develere binmeyiz” demek için.

Güney sınır hattımıza çekilmiş soyut duvarlar, Arap ve Lübnan coğrafyasını bir dekor, Akdeniz haritasında görünen uzak bir nokta yapıyor o kadar. Öyle olunca intifada alkışlanacak bir rüzgâr olarak kalıyor.

Eğer Filistin davası olmasa bilmeyecektik belki Nizar Kabbani’yi.

Kimilerine göre bir âşk şairidir, kimileri der ki toplumcu gerçekçi – ne oluyorsa o-, bunun sebebi kendisinin diplomatlığından gelir ve felsefeye, siyasete, iç savaşa duyarsız kalamayışından. Beyrut’un, Lübnan’ın çiğnenmesinden canı yanmıştır.

BEYRUT KİMDİR?

Beyrut her dönemin merkezlerinden biri. Üç gün savaşı, 70’ler, 90’lar ve bugün.

Dünyadaki bütün saflaşmaların tavında dövüldüğü yer…

Bir dönem Fenikelilerin kıyılarından atlayıp Kıbrıs’a kadar yüzme yarışı yaptığı söylenir.

El-Hamra Caddesi’nin arzın merkezi olduğu rivayet edilir.

Arap şiirinin kadın imgesidir belki. Gençliği Fenikelileri beklemekle geçmiştir.

Bu yüzden şair bütün Lübnan biletlerinin arkasına “Ben Beyrut, Ben Beyrut. Yüzüklerini, bileziklerini, gerdanlıklarını suda yitiren su kraliçesi...” yazar. Ve ansızın bir kâhin gibi belirip ekler:

“Yıldızlar, güneşler,göktaşları, devrimcilerin gözleri, peygamberlerin sözleri, hepsi bir ateşin cevherinden yapılmış değil midir?”

O yüzdendir ki Beyrut’un bütün Akdeniz akşamlarında hiç bitmeyen “kinimizi taşa yazan” devrimcilerin gözleri parlar.

PETROLSÜLEŞEN DEVİR

Kabbani Beyrut’un tarihini iki ayrı zamana ayırıyor: Petrolden önce ve petrolden sonra:

Deniz öyküleriyle, deniz kulüpçülükleriyle kafamı ütülediler.Öyle ki, Akdeniz'den geçen her balık kendini aile bireylerinden sayar oldu. Karaya çıkan her kumral denizciyi nişanlım saydım.

Çöle gelince kumamdı o benim.Ürünleri de hurma, Arap yağı, koyun yünü, acı kahve, çakıl taşları boyunca yürüyen uzun uzun şiirler...

Bu, petrolden önceydi. Petrolden sonraysa, duygularım petrolsüleşti, yaklaşımlarım çölsüleşti. Son hatıra fotoğrafımda kefiyem ve agelim bile var.”

İÇ SAVAŞ ANCAK OTELLER SEMTİNDE FELAKETE DÖNÜŞEBİLİR

Kabbani Lübnan İç Savaşı’nı anlatırken bir gerçeği daha vuruyor yüzümüze. Emperyalistler tarafından çıkartılan bir iç savaşın ancak kendilerini yaktığında endişe duyulacak bir sorun olması. Lübnan İç Savaşı, yabancıların kaldığı Oteller semtine gelince “felaket”e dönüşebilmiş.

“Lübnan iç savaşının üzerinden altı ay geçti, binlerce ölü ve yaralı düştü burada. Savaş nedeniyle Beyrut kentinin yarısı yandı ama bu Batı medyasına göre bir felâket oluşturmadı. En büyük felâket savaşın "Oteller Semti"ne yahut ecnebilerin "Yurduna" ulaşması oldu.”

Coğrafya kaderdir safsatasından daha gerçektir bu.Öyle bun, ya da buhran değildir. Kıyametler koparır, ağıtlar yaktırır.Fakat bu sfenks’in bilmecesi çözülmektedir ve çözüldükçe daha çok acı vermektedir.

FEYRUZ'UN SESİNİN FEYRUZ'A KARŞIT OLDUĞU DEVİR

Beyrut’u bir kadına, sevgilisine, Belkıs'a benzetiyor Kabbani. Aslında herkesi Beyrut’tan sorumlu tutuyor, fakat en çok Hz.Ömer’i. Yaser Arafat’ın düşlerini yıktıkları için kızıyor Arap toplumuna; İsrail’le, emperyalizmle mücadele etmek yerine birbirlerine düştükleri için...

“Feyruz'un sesinin Feyruz'a karşıt olduğu devir” diyor şair. Bir not düşelim Feyruz o meşhur "Le Beyrut’"u söyleyen sanatçıdır. Ve iç savaşta ülkesi adına üzülüp çekip gitmemiştir Avrupa’ya.

Akdeniz’e dökülen kanlara gözyaşlarını katarken soruyor:

“Ateş suyuyla yakılmadan, bıçaklarla kazınmadan önceki eski yüzümü tanıyor musunuz?”