Nurullah Ataç ve Çeviri -1

Dille ilgili yazılarımda Ataç’tan çok yararlandım. Onun da yanlışları, öfkesine kapıldığı, ivecenliği, tek tük de olsa yanıldığı yerler yok muydu? Vardı elbette. Öfkesi bile tatlı gelir insana, sevimli gelir. Ataç, benim okuduğum Ankara Atatürk Lisesi’nde öğretmenlik yapmış, keşke yetişebilseydim o yıllara. Yazılarını, güncelerini okudukça, onun döneminde yazar olmak, yazı yazmak ayrı bir şanstı diye düşünürüm. Hele o yıllarda dergi çıkarmak ayrı bir şans olmalı. Yazı yazan herkese söyleyeceği bir sözü vardır Ataç’ın, en küçük bir dergide bile yazsanız, hiç tanınmamış biri de olsanız. Ataç’ın yaşadığı yıllarda yazmayı şans gibi düşündüm ya, kim bilir zordu belki de... Bunu Ataç’la tartışanlara sormalı. Onun ayrıklılığını, ayrı bir aydın olduğunu, bugün sanırım herkes kabul ediyor.

OKUNUŞU DA ÇEVİRMEK

Çeviriler üzerinde de dururdu Ataç, çeviri yanlışlarını düzeltirken, satır aralarında, iyi bir çevirinin nasıl olmasını da anlatırdı. “Okunuşu çevirmek” ve “çeviri kokusu” diye ilginç bulduğum iki kavramdan söz eder. Bizde çevirinin nerelerden geldiğini anlamak bakımından Ataç’ın beğenmediği şu cümleye bir bakalım: “Alfieri de muasırlarının tuttukları yolda gitmiş ve 19 trajediden ancak 6’sında ‘bakir’ mevzuları terennüm etmiştir.” Bakir sözünün tuhaflığını kendi de sezmiş ki tırnak içine almış, terennüm sözü ondan daha mı az tuhaf?” (Günce1, TDK, s. 77)

Beğenmediği çevirileri o kadar güzel düzeltiyor ki Ataç: “

Bir parça daha alacağım: ‘Bununla beraber bayan Lagerlöf, pek memnundu Kajsa’dan. Kajsa masal bilmiyorsa varsın bilmesin; Morbacka çocuklarının, her sabah giyinir giyinmez gelip yatak odasındaki köşe sedirine kurulan, bir yığın çocuğu hemencecik etrafına toplayıp öğle yemeğine kadar onlarla türkü çağıran, onlara masal anlatan büyük anneleri de yok değildi ya!” Bilmem size de öyle gelmiyor mu? Havasız bir cümle, insan bunalıyor okurken, soluğu yetmiyor. Bu çeviriyi Ataç şöyle düzeltiyor. “Bayan Lagerlof gene de çok memnundu o kızdan. Varsın masal bilmesin! (Yahut: Masal bilmiyormuş, bilmesin!”) Nineleri var ya çocukların, yeter! Sabahleyin giyinir giyinmez yatak odasındaki sedire kurulur, çocukları toplar çevresine, ne türküler geçer onlara, ne masallar anlatır.” (Günce 1, s.74) Ataç hep konuşma dilinin sesi, soluğu, sıcaklığı der, yukarıda yaptığı da öyle, bir yazıda konuşma dilinin sesi, soluğu, sıcaklığı varsa, bunalmazsınız. Ataç, yanlışı gösterirken, siz de aynen böyle çevirin demiyor. Örneğin yukarıdaki “türkü geçmek” sözünü ben kullanamazdım. Halk dilinde var mıdır acaba? Belki böyle konuştuğumuz bir dönem olmuştur. Yaşatamadığımız bir deyim belki de... Ataç, “türkü söylemek”, “türkü çığırmak” sözlerini bilmez mi? Ataç’ın deyim uyduracağını sanmıyorum.

S. Birsel ile B. Necatigil’in yukarıdaki çevirisinden sonra, bir başka yazısında S. K. Yetkin’in çevirisine değiniyor: “La’, tout n’est qu’ordre et beaute’, / Luxe, calme et volupte” diyor. Suut Kemal Yetkin bunu “Orda her şey intizam, / Şehvet, sükûn, ihtişam” diye çeviriyor. “Güzellik”i almamış, sırayı değiştirmiş. Buna takılmayacağım, bir önemi yok bence. Ama Baudelaire’in o iki mısrasında bir ağırlık, bir yavaşlık var ki Suut Kemal Yetkin’in çevirisinde bulamadım. “Orda her şey intizam / Şehvet, sükûn, ihtişam” mısralarını da ağır ağır, yavaş yavaş okuyabiliriz, ama öyle gelmiyor içimizden. Baudelair’in mısraları ise zorluyor bizi ağır ağır, yavaş yavaş okumağa. (...) “İntizam-ihtişam” uyağı da pek belli ediyor kendini, “beaute’-volupte’” uyağı ise öyle değil. “Şehvet” sözünü de sevmedim: “Şehvet” “volupte’”nin bir çeşididir. S. K. Yetkin “haz” dese, öyle sanıyorum, daha iyi ederdi.” (Günce1, 229)

Nurullah Ataç, özellikle şiir çevirisinde bir dizenin nasıl anlaşılacağı kadar, nasıl okunması gerektiğini de düşünmemizi ister. Yani hem anlamı, hem okunuşu doğru çevireceksiniz. Yalnız şiirde mi, romanda, öyküde de okunuşu doğru çevirmek gerekir.