Ödül ve övgü çok, seyirci yok...-(TAMAMI)
İlginç, ilginç olduğu denli de geleceğe ilişkin kimi olumsuz sinyaller veren bir sinema mevsimini geride bırakmak üzereyiz. Gerçi eskisi gibi sinema sezonları Eylül ya da Ekimde başlayıp Mayıs’ın sonlarında bitmiyor, sinema literatüründe “ölü mevsim” olarak adlandırılan yaz aylarında da kimi iddialı birinci vizyon filmlerle sürüp gidiyor. Örneğin Reis Çelik’in Berlin Film Festivali’nde kristal ayı ile yine aynı ülkede birkaç ödül kazanan iddialı filmi Lal Gece sanırım yaz aylarında vizyona girerek seyircinin karşısına çıkacak. Bunun gibi yaz aylarında vizyon bekleyen birkaç yerli film daha var. Bu filmlerin gişe şansı ne olur bilinmez ama, mevsim içinde bile kimi Türk filmlerinin arzulanan ya da istenilen düzeyde seyirciyi loş salonlara çekmediği düşünülerse, seyirci açısından işlerinin bir hayli zor olduğunu söylemek de yanlış olmaz.
Evet...Bu yıl vizyona giren Türk filmlerinin bir çoğu bir çok ödül ve de ardından bir çok övgü almalarına karşılık seyirci açısından pek tatminkar sonuçlar elde edemedikleri, bir çoğu tahmin bile edilemeyecek gişeler yaptılar. Bu mevsim üzerinde en çok konuşulup tartışılan Zeki Demirkubuz’un “Yeraltından Notlar” bile bu durumdan payına düşeni almaktan kutulamadı. Yine çeşitli ulusal ve uluslararası film festivallerinde ödüller alan Türk filmleri seyircisizlik zincirini kıramayarak hem yapımcılarına hem de bizlere beklenmedik bir şekilde düş kırıklığı yarattılar.
Böylesine bir durumla, yani ödüllü ve övgülü filmlerin seyircisizlikle karşılaşma olgusuna geçtiğimiz yıllarda da tanık olmuştuk ama, bu yılki durum biraz daha farklı ve ileriye dönüp bakıldığında biraz da sinemamız açısından korkutucu görünüyor. İşin farklılığı; Türk filmlerinin genç seyirciyle istenilen diyaloğu kurmakta zorlanması ve de ödüllerle eleştirmenlerin beğenilerinin genç seyirci tarafından pek ilgi görmemesi, korkutucu tarafı ise; Türk sinemasının giderek kişiselleşip, oldukça öznel temalarla giderek içine kapanmasından kaynaklanıyor.
Seyircisizlik konumu oldukça etkileyen faktörlerden biri de, nitelik sorunu. Ne yazık ki bu yıl çekilen -ya da vizyona giren- yetmişe yakın filmin bir çoğu amatör düzeyde. Amiyane bir tabirle “eline kamerayı alan herkesin” film çektiği düşüncesinin egemen olduğu bu filmlerin bir çoğu, A tipi değilse de küçük, taşra festivallerinde kazandıkları ödüllere yaslanarak aynı ilgiyi seyirciden beklemeleri - ya da bu yolda oluşan beklentileri- pek olumlu sonuçlar elde etmelerine pek yardımcı olmuyor. Seyirci; çoğu deneysel tarzda, özensiz, bir çırpıda yapılıp, bir dizi senaryo hatalarından oluşan bu tür filmlere, ne denli ödül kazanırlarsa kazansınlar ilgi göstermediği gibi, gitmek izlemek gibi bir gereksinmeyi de pek duymuyor.
Diğer taraftan hem ödül, hem de övgü kazanan kimi filmlerin durumları da bundan aşağı değil. Burada da filmlerden çok övgülerle filmlerin aldıkları ödüllerin yapılışı ile veriliş şekilleri sorgulanmalıdır. Bir çok festivalin mavi boncuk dağıtırcasına gelişi güzel verdiği ödüllerle, kimi ölçüsüz övgüler, günümüzün genç sinema seyircisi için artık bir şey ifade etmiyor. Perdede izlediği filmlerle, bu filmlere verilen ödül övgüler seyirciye yansımıyor, aksine seyircinin ilgisinin tersine gelişmesine zemin hazırlıyor.
Evet...Birileri yine yıl sonundaki istatistiklere bakıp, bu yıl da Türk sineması seyirci açısından rekor kırdı diye bir çok şeyler yazıp çizecekler. Ama kimi zaman istatistikler de yanıltıyor. Ya da istatistikleri de doğru okuyamıyoruz. Örnek mi bu yıl yalnızca 1453’ün topladığı seyirci en az kırk yerli filmin topladığı seyirciden daha fazla. Eskilerin dediği gibi keşke tek çiçekle bahar gelse... Üstelik bu filmin ödülü de yok, övgüsü de...
Gelecek yıllar Türk sinemasının işi daha zor.... Övgüye de ödüle de hayır demek çok zor. Ama biraz da seyirci gerek...