Oktay Rifat’i Hatırlamak

Evvelce dostumdu O, sonra düşman, sonra hiç. Yirmi yıl önce... Bir yılbaşı, yılın ilk sabahı. Nasıl da severim böyle devleşmiş pazar günleri gibi görünen sabahları. Pazarları sevmem ama... Sevdiğim, özellikle yılın ilk günüdür. Bir başlangıcın temizliği hep. Herkes uykudadır. Tüm şehir sana, sencileyin erkencilere kalır.

Öyle bir gündü, birlikteydim Öteki ile. O’nun evine davetliydik. Kadıköy’e vapurla geçildi. Yılın ilk vapuru, ilk gününde. Ardından dolmuş, Üsküdar. Her yer nasıl da bomboş, bizimdi. Gençtik ve mutluyduk, belki de sadece ben mutluydum... O’nun Salacak manzaralı, kitaplarla dolu evinde kuşluk vakti. Behçet Aysan’ın şiirleri gibi bir vakit, dışarda “tozup giden bir ilk kar”... Bir kitaplığa, bir önümdeki kahveye, bir dışarıdaki manzaraya bakıyordum şaşarak. Ben hep güzellik karşısında şaşkındım; güzel olan her şeye tutkun. Yeter ki çevremde bir güzellik olsun, olup bitenleri umursamazdım. Gençtim yani... Şaşarak bembeyaz kara kışa, Öteki’nin güzel kitaplarına, incelikle hazırladığı sofraya bakıyordum. Deniz uğulduyordu kar altında. İçtiğim kopkoyu kahve, gelecek günlerin habercisiydi belki. O ve Öteki, bensiz de mutluydu çünkü, benim dışımda. Dışarda bırakılmayı iyi bilirim bu yüzden. Dışarda olmak demek, illa sokakta kar altında olmak demek değildir.

Derken O’nun kedisi, kitaplığın çevresinde dolanırken bir kitap düşürdü yere, Oktay Rifat’ın bir kitabı. Toplu basım şiirleri sevmem, kitapların tekil hali beni daha çok ilgilendirir, kedilere de o kadar bayıldığımı söyleyemem, onlar da bana bayılmıyordur ihtimal. Sevginin karşılıkla, vermeyle ilgili bir şey olmadığını çok erkenden öğrenmiştim. Tesadüf olsa gerek, düşen kitapta nefis dizelerin durduğu bir sayfa, bize bakıyor, açıp okuyorum: “Güzel şeyler düşünmeme rağmen / Muttasıl ağlamak geliyor içimden”

Dedim ya, bu hatıranın üzerinden nereden baksan yirmi yıl geçmiş. Tam da o günlerde Beyoğlu’nda, birlikte ağır aksak yürürken Bir Kadının Penceresinden’i okudun mu sen diye sormuştu ustam Selim İleri. Okumuş muydum? Okumamıştım tabii. Okunacak öyle çok şey vardı ki... Bazı yazarlar insanı çağırınca okunur. Oktay Rifat da her yerden kendini gösterip kar aydınlığında el ediyordu demek. Bazı kitaplar bazı şeyleri bekliyordu belki...

Ertesi gün Bilgi Yayınevi tarafından yayınlanmış, 1976 tarihli ilk basımı bulup Çorlulu Ali Paşa’da, kahvemin, adaçayımın başında bitiriyorum. Sokaklara çıktığımız günler. Nasıl özlüyor insan özgürce dışarılarda dolanmayı... Neredeyse nefessiz, akıp giden bir okuma. Su gibi akıyor diye övünülen romanlardan değil bu... Edebi eserleri sıvılarla karşılaştırmayacak kadar okumuşluğum var şükür! Çabucak bitirmekle değil nefessiz okumakla ilgileniyorum daha çok.

Nâzım’ın yeğeni Oktay Rifat oyun yazdı, köşe yazdı, resim çizdi, çeviri yaptı; has şairin elinden çıkan her şey şiir biraz da; hem bir sanat eserinde şiir yoksa zaten neye yarar. Derken üç roman: Bir Kadının Penceresinden, Danaburnu, Bay Lear. Hepsinde bambaşka anlatım biçimleri denemiş şiirimizin en yakışıklı şairi. Yine de Bir Kadının Penceresinden bunların içinde kanımca özel yere sahip. Bir eserin gücü, o eserin neden güçlü olduğunu tam olarak göstermeyen şeyde gizli. Söz ettiğim romanda da dil, atmosfer, dünya görüşü, özeleştiri ve yazanın akıcı Türkçesi var ama neden güçlü; bilemiyor okur.

Bu ilk roman 12 Mart sonrasının zorlu günlerinde evliliğini aydınlar çevresinde sürdürüp çocuklarını büyütmeye çabalayan, orta sınıfın altında bir çevrede doğup besleme olarak yetişmiş evli barklı Filiz’in; genç ve yine evli bir devrimci olan Selim ile aşklarını anlatmakta. “Yarı aydın” Bedri’nin, karısı Filizle yaşadığı kimliksiz ve değerden yoksun ilişki, çevrelerindeki insanlarla birlikte, yazarın şairliğini de yanına alarak akıp gidiyor insanın içinden, su değil, bir bardak limonlu votka belki. Hem kapağını kapatınca biten kitap iyi kitap değil ki...

Belli bir bohem çevrenin yaşadığı değer tartışmalarını, ülkelerine ve insana bakışlarındaki yanlışlık ya da haklılığı, hiç kimsenin tarafını tutmadan, gördüğü ne varsa onu vererek aktarıyor yazar. Isherwood’un ben bir fotoğraf makinesiyim dediği gibi. Az gelişmiş bir toplumda aydın olmanın sorun ve sorumluluğundan, zorluğundan söz açıyor:

“Geçer akça bütün değer yargılarını yitirdiği gün kim bunalmaz! ‘Kurcaladıkça yıkılıverdiler, bir yıkıntının ortasında kaldım!’ Filiz, değer yargılarını yitirmenin ne biçim bir dert olduğunu kestiremese de kocasının, aile ilişkilerini geleneksel biçimiyle yürütmeyi aptallık saydığını anlar gibi oluyordu. Bedri’ye göre kutsal hiçbir şey yoktu. ‘Mısır Firavunları kız kardeşleriyle evlenirlerdi, demişti, bugün günah sayıyoruz bunu. Bu bir görenek işidir.’

Filiz:

-İçinden gelir mi kız kardeşinle yatmak? diye sormuştu.

-İçimden gelmesini önleyen baskılar var da ondan gelmez.

Çok şükür! ‘Ne çıkar! Neye gelmesin!’ gibi bir cevap vermemişti hiç olmazsa.”

Bu incecik ama kopkoyu roman arada sırada yeni basımlarıyla sunuluyor okura. Oktay Rifat’ın hayata, aşka, geçmişe şairce bakarak yazdığı bu kitap kırk beş yıl sonra bugün de söz alıp tabancasız, kurşunsuz, şakasız ve hatta aforizma kullanmadan da roman yazılabileceğini gösteriyor. Okumanın doyumsuz tadına varmak için okunacak kitaplardan biri işte... Sonrası ancak şairin birkaç dizesi o kadar, ancak o kadar! Rifat’ın şiiriyle bitsin: “İnsanları itmemizin nedenini kimse bilemez / Yakar ruhları parmaklarımızı atarız, / Tütün basarız boşalan yerlerine / Cam bir çocuk bırakırız gözlerinde /

Gün batımı, boş bir kutu ya da negestes”