Ölüm tehdidi ve Erdoğan’ın seçimi

Fransız siyaset bilimci Philippe Defarges’ın bir TV kanalında söylediği “geriye Erdoğan’ın öldürülmesi kalıyor” şeklindeki sözlerinin son zamanlarda giderek su yüzüne çıkan bir emperyalist bilinçaltını ifade ettiği kesin. Kısa bir süre önce, geri getirilmesi halinde idam cezasının ilk kurbanının Tayyip Erdoğan olacağına dair tweet atan Amerikan derin devletinin adamı Michael Rubin’in sözleri daha az etki uyandırmıştı ama aynı mantık düzleminde yer alıyordu. Batılı devlet aklını temsil eden bazı isimlerin Erdoğan’ın öldürülmesi gibi haddini aşan göndermelerinin altında yatan esas meseleyi doğru kavramak, hem bugünü hem de yakın geleceği çözümleyebilmek açısından son derece önemli.

Daha düne kadar ABD’nin Ortadoğu’ya kendi çıkarları açısından yeni bir düzen verme amacını ifade eden Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), batı sistemi ile AKP hükümeti arasındaki işbirliğinin stratejik planıydı. O “eski güzel günlerde” Erdoğan kendisini bu projede “eşbaşkan” olarak tanımlıyordu. ABD öncülüğünde batılı ülkeler Ortadoğu’ya yeni bir düzen getirirken, Türkiye planın başarısı için elinden geleni yapacak, sonuçta ortaya “kazan-kazan” durumu çıkacaktı.

BOP başarıya ulaştığında ABD’nin kazançları şunlar olacaktı: Birincisi, Ortadoğu ve Kafkasya’daki enerji kaynakları denetim altına alınacak ve 21. yüzyılın yükselen gücü Çin’in ABD’nin süper güç konumunu tehdit etmesi engellenecekti. İkincisi, Dünya kapitalist piyasaları ile tam bütünleşmeye direnen, kendi ulusal ekonomilerini, ulusal paralarını, yasama ve yürütme yetkilerini yani toplamda ulus devletlerini korumaya çalışan bazı ülkeler zor yoluyla “sistemin” içine sokulacaktı. Üçüncüsü, Irak, Suriye, İran ve Türkiye’yi kapsayan bir Kürdistan kurularak İsrail’in güvenliği sağlanacak ve Rusya denetim altına alınacaktı.

AKP ise kendisi açısından stratejik derinlik diye ifade edilen şu kazançları elde etmeyi umuyordu: Birincisi, Kürdistan’ın kurulmasına yardımcı olmak suretiyle Türkiye’nin hinterlandını Kürt coğrafyasına doğru yayacaktı. Böylece hem Kerkük-Musul petrol gelirlerinden alınan milyarlarca dolar komisyonla Türkiye’ye sıcak para pompalanacak hem de büyük bir pazarda ticari açıdan öncelik elde edilecekti. İkincisi, bölge devletlerinin bölünmesi yoluyla ortaya çıkacak Kürdistan ile Sünni mezhebi temelinde bir federasyon yaparak birleşmek ve neo-Osmanlıcı bir rüyayı gerçekleştirmek mümkün olacaktı. Bütün Osmanlı padişahları içinde bir tek II. Abdülhamit’in bu kadar öne çıkarılmasının temel nedeni, Panislamizm politikasının bu padişah döneminde uygulanmaya çalışılmasıydı. Dini temelde kurulacak bir Türk-Kürt federasyonu, içeride Kemalist ulus-devletin ve milliyetçiliğin aşılmasını gerektiriyordu. Bu nedenle bu topraklarda yaşayan “aziz millet”in adının ne olduğu bir türlü söylenmiyor ve her türlü milliyetçiliğin ayaklar altına alındığı ilan ediliyordu. Toplumun muhafazakârlaştırılmasına yönelik kültürel politikalar, “vesayet” kavramıyla kodlanan ulus-devlet ve Cumhuriyet ideolojisinin itibarsızlaştırılmasını amaçlıyordu. Federasyon hazırlığı, yeni bir anayasayı, eyalet sistemine göre örgütlenmeyi ve şüphesiz başkanlık sistemini gerektiriyordu.

Suriye’nin bölünmesi işinin yürütülebilmesi için Türkiye’nin içerde PKK sorununu çözmesi gerekiyordu. PKK ile masaya oturulması ve bir pazarlık bağıtlanması halinde bu örgüt silahlı güçlerini Suriye’de kuracağı kantonlar için seferber edebilirdi. Böylece hem Türkiye’de terör bitirilmiş ve PKK’nın silahlı unsurları dışarı çıkartılmış hem de Suriye rejiminin yıkılmasına hizmet edecek bir kuvvet kazanılmış olurdu. Plan yürürlüğe kondu ve açılım başlatıldı. PKK güneydoğu’da neredeyse devlet yetkileri kullanmaya başladı. Paralel devlet kurumları örgütledi, mahkemeler kurdu, vergi toplamaya, yol kontrolü yapmaya ve “şehitlik” açmaya başladı. 1984’teki ilk karakol baskınlarına önderlik eden Mahsum Korkmaz’ın heykelini bile dikti. Bu süreç boyunca hükümet PKK’ya yönelik askeri operasyonlara izin vermedi.

Ancak PKK, hükümetin kamuoyunu ikna etmek için ihtiyaç duyduğu zamanı ona tanımadı. Her fırsatta hükümeti sıkıştırmak için eylemler yaptı. Gerekçe olarak, kendisinin oyalandığını, verilen sözlerin tutulmadığını gösterdi. PKK merkez komitesi, kendi silahlı güçleri ile koruyacağı özerk bölgelerde resmen yetkili olarak tanınmadığı müddetçe, Kürtlerin özgürleşmiş sayılamayacağını ilan etti.

7 Haziran 2015 genel seçimlerinde AKP’nin Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olacağı ortaya çıktı. Açılım, adı bir türlü telaffuz edilemeyen Türk milletine çarpmıştı. PKK’nın hükümet yetkilerine kavuşturulması süreci, hükümetin yetkisizleşmesine giden yolu döşüyordu. Açılım kapandı. BOP süreci kesintiye uğradı. ABD Türkiye’nin sürdüremediği stratejik ittifak alanını PKK’nın Suriye kolu PYD ile doldurdu. Erdoğan’ın bütün itiraz ve girişimlerine rağmen kararlı biçimde PYD’yi giderek daha fazla destekledi. Yollar ayrılmıştı.

Aslında bu olaylardan kısa bir süre önce Türkiye tarafından İran’a yönelik batı ambargosunun Halkbank ve Rıza Zarrab’ın altın kaçakçılığı vasıtasıyla delinmesi karşısında ABD, Erdoğan’ı siyaseten “öldürmek” için FETÖ üzerinden 17-25 Aralık operasyonunu başlatmış ancak başarılı olamamıştı. ABD’nin Türk devleti ve toplumu içindeki en önemli operasyonel gücü olan FETÖ’nün 2014 yılından başlayarak yavaş da olsa tasfiye edilmesine karşı 15 Temmuz’da Erdoğan’a karşı bu kez fiziki öldürmeyi de kapsayacak olan darbe hamlesi yapıldı. Bu da başarısız oldu.

ABD’nin önderlik ettiği batı sisteminin, şimdilerde Amerika’da görülmeye başlanan Rıza Zarrab davasını da kullanmak suretiyle Erdoğan’ı yeniden olabildiğince BOP çizgisine sokmayı denedikleri anlaşılıyor. Türkiye’nin milli çıkarları açısından sorun şu: AKP tarihinin hiçbir aşamasında tutarlı bir antiemperyalist parti olmadı. Daha düne kadar emperyalist paylaşımın küçük ortağı olma hayalleri görüyordu. Batı’nın tazyikine karşı içeride kurması gereken ittifak ilişkilerini sürekli tahrip etti, kendi tabanını Cumhuriyetçilere karşı tahkim etmeye alıştı. Son referandum sürecinde bir kez daha görüldüğü üzere, Erdoğan’ın ‘Yenikapı ruhu’ diye adlandırılan milli birliği koruma yeteneği oldukça zayıf. Rusya ve İran’la istikrarlı bir ittifakı sürdürmek için hazırlıksız görünüyor ve Suriye ile barışma iradesi yok. Dolayısıyla uzun vadeli arka planda İslamcı ideolojik yapılanmadan, kısa vadeli arka planda BOP’tan stratejisinden kaynaklanan geçmiş mevzilenme, bugün izlenen yolu doğrudan etkiliyor ve batının baskısına karşı tavizlere, yalpalamalara, tutarsızlıklara ve uzlaşma arayışlarına yol açıyor.

Türkiye’nin yakın tarihi, ABD ile yürüyen liderlerin siyaseten ölümlerinin tarihidir. ABD gibi büyük bir devlet açısından önemli olan kendisine sadakatle hizmet etmiş olanları daima iktidarda tutmak değil, kendi çıkarlarının gerektirdiği siyasetleri her kimle hayata geçirebiliyorsa onunla yürümektir. Özal, 1990’lara siyasi bir mevta olarak girmişti. Mesut Yılmaz ve Tansu Çiller gibi liderler fiziken değil ama siyaseten çoktan öldüler. Bu noktada Türkiye’nin rahmetli Ecevit’in yaşadığı tecrübeyi hatırlaması gerekiyor. Çünkü Ecevit, hem Kuzey Irak’ta ABD’nin kuracağı devleti savaş sebebi sayacağını belirten Milli Güvenlik Kurulu kararı aldıracak kadar milli hem de ABD’ye karşı direnmesini sağlayacak tedbirleri alamayacak kadar uzlaşmacı bir lider olmasının bedelini ağır şekilde ödedi. Batı sistemi tarafından ‘üstü çizilerek’ önce partisine yönelik bir siyasi operasyonla, ardından yıkıcı bir ekonomik operasyonla siyaseten “öldürüldü.”

Batı emperyalizminin sözcüleri Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanını ölümle tehdit edecek kadar küstahlaşmış olsalar da, bu konuda yapabilecekleri “havlamaktan” öteye gidemez. Ancak ister Erdoğan ister başkası olsun, içinden geçmekte olduğumuz türden büyük kırılma dönemlerinde liderlerin süreci yönetmedeki hazırlıksızlık, tutarsızlık ve tavizlerinin siyasi intiharla sonuçlanması kaçınılmazdır.