On beş
O kitabı okuma, demişlerdi.
Fakat dünya büyüktü ve Nâzım, on beşindeki Onur’un tek şairiydi. Yüzüme hafiften tüyler yürümüş. Kirpiklerim uzun; komşunun kızı söylemişti, kirpiklerim güzelmiş. Uyuyamadığım gecelerde içimdeki sesleri dinlerdim. Yastığıma dayalı kulağıma kalbimin atarken çıkardığı ses gelirdi. Kimileyin korku, kimileyin sevinç...
Yaz tatilinde bir eczanede çıraktım; bıyıklı bir kalfaydı benden yaşlı ilk arkadaşım: Göksel Abi. Eczanenin yanında musluk tamircisi var, fıldır kara göz, kel usta; bir gün, çırağını sokak ortasında dövmüştü. Kaldırıma oturup ağlıyordu çocuk. O zaman Göksel Abi girişiyordu muslukçuya. Canı sıkılınca ısırdığı bıyıkları var Göksel Abinin, benim yoktu.
O kitabı okuma demişlerdi, yaramaz o...
Sanki birileri gizlice konuşuyor hep. Gülüyorlar. Ayağımdaki ayakkabılarla alay ediyorlar. Rengi sarıya çalan, burunları eprimiş ayakkabılar; utanıyorum. Okula giderken giydiğim gri pantolonun altında berbat duruyorlar. Solgun bir çocuğun, anılarda kalmış, uzak yazları.
Kışsa, akşamüzeri okuldan eve dönerken hava karanlık. Kurtuluş Caddesi’nde Göreme Muhallebicisi... İçerde çorba içen yalnızlar, keşkül yiyen iki kişi. Param yetse; tek başına bir yerlerde bir şey yemek güzel. Çok sonra bir öykü kitabı yazacağımdan, o kitapta bunları anlatacağımdan haberim yok daha. Âşıklığım, yazmaktan çok okumaya... Ders kitaplarını sevmiyorum. Orhan Kemal’i tanımışım: Avare Yıllar. Sanki her satırında ben varım, harflere sıkışan çocuğum. Ödenecek borçlar yok henüz, görülecek hesaplar, yiten arkadaşlar yok. Oktay Rifat’ı sonra öğreneceğim: “Güzel şeyler düşünmeme rağmen / Muttasıl, ağlamak geliyor içimden...”
Yaz. Güneş, acımadan geçiyor apartmanların arasına sıkışık sokaklardan. Göksel Abi ile öğlen yemeği eczaneye söyleniyor. Kıymalı patates, yanında sütlaç. Az pirinçli, az sütlü, bol tarçınlı; tenha lokantaların sütlacı. İşte o yaz, ilk şiirimi yazıyorum, nasıl mı? Konuş hafıza, anlat: Evimizde, kapısı kilitli duran, misafire ayrılmış salon. Pencereden, sarı sokak lambası. Gece. Herkes uykuda. Yanımda, okuma dedikleri Nâzım kitabı nöbette, yazdığım şiire dalmışım, kurşun kalem, yere uzanmışım, harita metot defteri, lamba aydınlığı. Dizelerimde, kimseyle konuşmadığım için unuttuğum sesimi arıyorum. Oturduğumuz apartmanın alt katındaki düğün salonundan kötü bir şarkı duyuluyordu saatler önce, onun ritmine kapılmışım. Sanatın aynı zamanda ritim olduğunu seziyorum. Başım dönüyor heyecandan.
O zaman duvardaki saatin tıkırtıları duyulmaya başlıyor. Rüzgârı özlüyorum. Yaz geceleri boğucu, ekşi, yapış sıcak. Pencereler, duvarlar terliyor, sıralı bodur apartmanlar. Susamışım.
Mutfağa gidiyorum. Buzdolabını açıyorum. Ayaklarım çıplak, içim üşüyor; evvelsi gece yatağa uzandığımda pikemin, yastığımın dokunulmamış soğukluğu içime yayılıyor, ürperiyordum. Ürperiyordum derken aslında “peri” de denir. Seslerde sesler var; çağdaş bir ürperiş sanat dediğin. Apartman aralığından, birkaç kuşun gurultusu. Babaannemin horlaması, uyku kokan odalar, babamın yorgun yüzüne, annemin belki de karanlıktan korktuğu için hep açık bıraktığı gece lambasının ışığı vuruyor. Unutmadım.
Ülserli babam az önce kalkıp yemek yemiş: Mutfak masasındaki karpuz çekirdeklerinden, masa örtüsünün çiçeklerine damlamış kan kırmızıdan anlıyorum. Buzdolabının sokak lambasını andıran ışığında, buz gibi soğumuş cam şişeden içiyorum suyumu. Bu şişeyi sıkıca tutamazsam diye düşünüyorum, ayağıma düşecek. Gece vakti çıkacak gürültüyü hayal ediyorum. Gürültüyü, canımın acıyacağından daha önce düşünmek... (İncelikle kendime batırdığım bıçaklar hep...) Öncelikle önemli olan, kimsenin uyanmaması... Kimsenin. O kitabı, okuma, demişlerdi. Şiiri bitiriyor, açıyordum yarım bıraktığım sayfayı.