Ön jürilerin ayıbı

Yıllardır söylüyorum: Bir festivalde yarışan filmleri on ayrı jüriye izletin, inanın, tümünde de farklı sonuçlar alırsınız. Sonuçta filmlerin değerlendirilmesi jüride yer alan kişilerin dünya görüşlerinden sinemaya bakış açılarına, sinemaya ilişkin bilgi ve birikimlerinden, nesnel değerlendirme konusundaki etik anlayışlarına dek çeşitlilik gösterir. Büyük jürilerin zaman zaman değil, çoğunlukla şaşırtan değerlendirmelerde bulunmasının altında da, sözünü ettiğimiz ve ne yazık ki pek nesnel olmayan ölçütler yatmaktadır.

Festivallerde ön jürilerin görevi ise, bir festivale başvuruda bulunan filmler arasında bir seçim yaparak en iyilerini yarışmaya sokmaktır. Yani bir festivale en az 15, bazen 30, en fazladan ise 40-50’ye yakın film başvurur. Ön jüri ise bu sayıyı en fazla 10, bilemediniz 12 ya da çok nadir olarak 15’e indirir. Ön jüriler öteden beri, sinema bilgisini kimsenin sorgulamadığı saygın kişilerden oluşur. Çünkü onca film arasından on filmi seçmek hiç de kolay değildir. Kılı kırk yarmak gerekir. Ufak bir hata ya da görmezden gelmecilik, festivalin başarısını kimi sevimsiz tartışmalarla gölgeler.

Son yıllarda ulusal festivaller ne ön jürileri ne de festivale başvuran filmlerin listesini açıklama gereğini duyuyor. Bunun çeşitli nedenleri var: İlki, seçilemeyen filmlerin sanatçılarda antipati doğurma korkusudur. Yıllardır bu görevi yaptığım için bunun ne denli yıpratıcı ve yaralayıcı olduğunu bilirim. Keşke tek neden bu olsa... Birçok ulusal festivalide ön jürilere artık gerek duyulmuyor -ya da filmlerin nitelikleri hiçe sayılarak her festivalde ön jüri hep nesnel ölçütlerden uzak aynı kişilerden seçiliyor. Onlar için festivalin yapısı, bakış açısı, ideolojisi hiç ama hiç önemli değil. A festivali olmuş ya da B; hiç ama hiç fark etmiyor. Eleştiri hedefi olduklarında ise, “o filmi ben değil, o seçti” diyerek birbirini suçlamayı da ihmal etmiyorlar.

Peki, durup dururken neden ön jürilerden söz ediyorum? Birincisi artık hiçbir festivalin bir diğerinden farkı, yapısı, duruşu, tavrı -ne derseniz deyin- sinemayı algılayış biçimi ve ideolojisi kalmadı. Aynı ön jüriler -ya da çift seçiciler- adeta aralarında yazı tura atarak filmleri festivallere paylaştırıyorlar. Her festivalin en iyi film dışında üç ya da dört filmi ise hep aynı filmler...

Bir büyük festivalin yarışmalı bölümüne seçilmeyen -yani ilk ona girmeyen filmi- bir bakıyorsunuz ki, bir başka büyük bir festivalin bir ay sonraki yarışmasında yalnız seçilmekle kalmayıp en büyük ödülü de alabiliyor. Bu denli değerlendirme hatası nasıl olabilir ki? Ama bizim festivallerimizde ne yazık ki olabiliyor. Bir tanesi de bu yıl oldu. Çeşitli sinema örgütlerinden on beşe yakın temsilci bu yıl Türkiye’den yüze yakın film arasından Oscar’a, başta 2015’te Tokyo Film Festivali’nde en iyi yönetmen ve film, ardından yine aynı yıl Antalya film Festivali’nde 4 ödül ve de Fransa’nın Premiere Plans D’anger Festivali’nde en iyi film seçilen Mustafa Kara’nın Kalandar Soğuğu filmini seçti.

Ama ne var ki tüm meslek birliklerin Türkiye adına Oscar’a gitmesini istediği bu film, Adana Film Festivali’nin ön jürisinden geçip ilk on iki film arasına giremiyor. Üstelik altısının iyi, ama diğer altısının film bile sayılamayacağı bir yarışmada kendine yer bulamıyor.

Sinema eleştirmen ve yazarlarının yerini sinema promosyoncu ve de pazarlamacılarının aldığı bir ortamda, bunu da, Türk sinemasının belki de en önemli sorunlarından biri olmaktan soyutlayıp yalnızca festivallerin ayıbıdır diye elbette geçiştiremeyiz.