Önce kapat bir süre unuttur sonra da yok et!

Tümünün yazgısı aynı oldu. Ne bir eksik ne de bir fazla... Bir zamanlar gündelik yaşamımızın vazgeçilmez ögeleri, bir kent geometrisinin en belirgin ve en yoğun kesişme noktaları, dahası belleği, sonrasında nostaljisi ve de toplumun düş şatoları ile düş bahçeleri birer birer kapandı, unutturuldu ve sonrasında yıkılıp yok edildi. Ve hâlâ da, bağışlanmaz bir hoyratlıkla yok ediliyor.

Herhalde, büyük kentlerde nesli tükenen müstakil, devasa, anılarımız açısından değerleri hiçbir şekilde yadsınmayacak olan sinema salonlarından söz ettiğimiz anlaşılmıştır.

Saray ve Emek sinemalarından sonra bu işe bir noktanın konduğunu sanmıştık. Ama yanılmışız. Şimdilerde bu yıkım geleneğine Majik yani Taksim ya da Venüs sinemasıyla Pangaltı'daki İnci sineması da katıldı. Her iki tarihi salon da, sessiz sedasız yerle bir edildi. Sessiz sedasız diyorum, çünkü her iki sinemanın da, sorsanız yerini bilen çok az kişi çıkar. Bir kentin belleğini yok etmek de işte böyle bir şey. Şimdi gelin de; Majik sinemasının Türkiye'de sinema salonu olarak inşa edilen ilk salon olduğunu, mimarının başta Taksim Cumhuriyet Anıtı, Maçka Palas, St Anuan klisesi başta olmak üzere Osmanlı Bankası, Ankara Ziraat ve iş Bankası Genel Müdürlük binaları ile Bursa Çelik Palas'ın mimarı Giulio Moniceri olduğunu, birilerine anlatmaya çalışın. Ya bu sinemada gösterilen filmler...Onlar ise saymakla bitmez.

Bugünlerde yerle bir edilen İnci sineması da öyle bir sinemaydı. İtalyan yeni gerçekçilik akımının özgün yönetmenlerin özgün filmleriyle sonrasında Andrey Tarkovski'nin Nostalghia'sına dek, Beyoğlu sinemalarında tecimsel kaygılarla yer bulamayan birçok film de bu sinemanın perdesinden bizlere ulaşmış, bir ara İstanbul Film Festivali'nin Şişli civarındaki ayaklarından biri olmuştu.

Şimdi ikisi de Emek ve Saray'ın yazgısını yaşıyor. Tıpkı Atatürk'ün film izlediği ender güzellikteki Elhamra'nın, Lüks'ün, Rüya'nın Alkazar ve Cemil Filmer'in işlettiği Lale ile And Film'in bir diğer düş şatosu olan Şan sinemalarında olduğu gibi...

Hani dışarıdan birini değil, binini getirip, bir kentin belleğini yok etmek gibi hunharca bir fikre sahip olsanız, inanın bu denli başarılı olamazsınız. Bu bir yıkım değil, açıkçası bir kıyım. Bir yaşam biçiminin somutlaştırdığı bir mekan türünün tümden tarih sahnesinden silinmesi...

Bu sinemaların çoğu yalnızca film gösterilen yerler değil, onun ötesinde konser ve diğer sanatsal etkinliklerin de sunulduğu birer kültür merkezleriydi. Dahası, bugün örneği bulunmayan, bir zamanların müstakil, kent coğrafyasının en işlek merkezlerinde yer alan düş şatolarıydı.

Bugün genç kuşaklara nasıl bahçe sinemalarını anlatamıyorsak, yarın da inanın bin, iki bin kişilik bu bağımsız tarihi salonları da anlatmakta, tanımlamakta güçlük çekeceğiz.

İnci ve Majik sinemaları İstanbul kentindeki bu büyük düş şatolarının son örnekleriydi. Bunları da yok edip tarihin unutulan sayfaları arasına gönderdik.

Artık gençler sinemaya değil, film izlemeye gidiyoruz diyorlar. Çünkü onlar hiç bin-iki bin kişilik, koltuk, balkon, birinci, ikinci, üçüncü mevkileri ile locası olan bu tür müstakil devasa sinema salonlarında film izlemdiler ki.

Sinemaya gitmenin bir ritüel olduğunu nereden bilsinler ki?