Orhan Duru için, onun yüzünden

Öylesine bir sayfa açtım. Can Yücel’den bir alıntı ilişikti sağ üst köşede: “Gidip gelme bir ölüm verin beye”. Güzel. Devam ettim:

“İşte yazılmadan önce var olmayan bir kelime. Lök. Bu kelimeyle başlıyorum öyküme. Lök gibi öyküme. Şu anda saniyenin yüz binde biri kadar önce bir anda ve ondan önceki kalın saniyelerde yazılmış cümlelerin içindeki kelimelerin hiçbiri yoktu. Bakın bunu açıklamak için yazdığım tümce de önceden yoktu. Başlangıçta her yer ıssız ve boştu. Bütün bu yazdıklarım biraz önce yoktu yahu. Yani başlangıçta her yer ıssız ve boştu, gene de öyle. Öylece bomboştu.”

Kitabı lıkır lıkır su içer gibi okudum. Her öyküde muzip, zeki, ince duygulu, ilerici, meraklı ve şaşkın bir adamın gölgesinden parçalar buldum. Ancak, bütün öyküleri içinde onu en çok “Lök”te tek parça bulabildim. Bu Orhan Duru idi. 10 yıl önce yitirdiğimiz Orhan Duru.

Öykülerinden çok daha fazla merak uyandıran bir yazar varsa, bu Orhan Duru’dur diye düşünmeden edemiyorum. Bundan olsa gerek, denemeleri, mektupları, günlükleri her zaman öykülerinden önde oldu benim için. İlginçti; Orhan Duru salt kendi olarak, bir bütün halde, kurmaca bir kitabın içinde yaşayan bir karakter gibiydi. Kendi başına bir C., Selim Işık, Raif Efendi yahut bir Seymour Glass, Harry Haller olabilirdi. Orhan Duru’nun mektuplarını ve denemelerini alıp bir romana yerleştirseniz, ortaya sevdiğimiz bu şahsına münhasır karakterlerin yaydıkları etkiden daha azı çıkmazdı.

50 KUŞAĞI ÖYKÜCÜLÜĞÜ

50 kuşağının Türkiye tarihindeki siyasal ve sanatsal etkisi, çalkantılı günlerin sisinde keşfedilemese de bugün daha berrak olarak önümüzde duruyor. Orhan Duru’nun da içerisinde bulunduğu, literatüre 50 Kuşağı olarak geçen genç Cumhuriyet’in yenilikçi, ilerici ve aydınlanma düşleriyle yetişmiş bu kuşağı, Sait Faik’le 30’larda bir kırılma yaşayan Türk öykücülüğünde 50’lerde ikinci kırılmayı yaratmayı başarmıştır.

Doğan Hızlan’ın deyimiyle “sosyalistlerden oluşan bu koro” ortak bir manifestoda toplanacak türden değildir. Bu koronun her ferdi kendi dilini ve biçimini aramaya koyulmuştur. Onları koro haline getiren şey, işte bu özgünlük arayışının ta kendisidir. Erdal Öz bu özgünlüğü bir anısında şöyle ifade ediyor; “Hiç unutmam bir gün yine üçümüz (Adnan Özyalçıner, Kemal Özer, Erdal Öz) yolda gidiyorduk. Tam ünlü Çemberlitaş turşucusunun önünde, karnı burnunda bir kadının bize doğru geldiğini gördük. Kadın, bütün görkemiyle geldi geçti yanımızdan; gebeliğiyle dünyaya meydan okuyor gibiydi. O kalabalıkta, onca insanın içinde nedense üçümüzün de dikkati o kadının üstünde yoğunlaşmıştı. Kadın geçip gittikten sonra bakıştık ve öykülerimizin ortak konusunu saptayıverdik: O gebe kadındı öykülerimize yön verecek özne… Yine birbiriyle hiç ilgisi olmayan üç değişik öykü çıkmıştı ortaya.”

Uzun bir zamana yayılmış hikaye anlatma geleneğimizde 50 Kuşağı kendi sesini arayarak Türk edebiyatına yepyeni kapılar açmıştı. Orhan Duru öykülerinde bilim-kurgu unsurları kullanması hatta bilim-kurgu öyküleri yazmasıyla diğerlerinden bir bakıma ayrılıyordu da. Aynı zamanda çevirmen olan Duru, Türkiye’de edebiyat çevrelerinde pek ciddiye alınmayan, bir "kaçış edebiyatı" olarak görülen “science-fiction”ın kelime karşılığı “bilimkurgu”yu Türkçeye yerleştirmiş, Türk Dil Kurumu bu karşılığı onaylamış ve ilerleyen zamanda edebiyatın esaslı bir türü haline gelen bilimkurgunun isim babası olmuştur. Bu durum, açılan kapılara iyi bir örnek oluşturmaktadır.

MEKTUPLARDA YAZARI ARAMAK

Orhan Duru, 50 kuşağının önemli isimlerinden yazar Ferid Edgü ve ressam Yüksel Arslan ile iyi dosttur. 2015 yılında yayımlanan “Ferit Edgü - Yüksel Arslan'a Gençlik Mektupları" kitabı Orhan Duru’nun 1957-72 yılları arasında bu iki isme gönderdiği mektupları içeriyor. Bu mektuplar hem bir dönemin Türkiye’sinin havasını solumak hem de edebiyatçılarının yaşam biçimlerine, arayışlarına, paylaşımlarına ortak olmak bakımından önemli ve önemli olduğu kadar bakması keyifli bir fotoğraf sunuyor. Bu keyfin nedeni Orhan Duru’yu sevme nedenimizle aynıdır zannediyorum. Bütün doğallığıyla, çelişkileri, özlemleri, yoksulluğu, edebi arayışı ve edebi keşifleriyle bir yazar/adam’ın çocuk muzipliğindeki satırları üzerinde ilerliyoruz. Kitaplarla ve bir o kadar parasızlıkla çevrili bir dönemde tüm çıplaklığıyla kağıda geçirilmiş satırlar… Batı dilini bilen, Batı ülkelerini gören bu isimlerin edebiyat alışverişleri göz yaşartıcı. Türkiye’de çevirinin çeşitlilik arz etmediği, yetersiz kaldığı yıllar. Yurtdışında yayımlanmış ancak Türkiye’ye ulaşamamış bir metni edindiklerinde çocuklar gibi sevinen bu koca koca adamlar edebi olgunluklarını bu çocuksuluklarıyla da kazanıyorlar sanki. Edgü, Orhan Duru’nun serzenişlerinde Avrupalı Serseri’dir, Orhan Duru ise daha Ankaralı. Sıkılıp kalmışlığın, evet , “kalmışlığın” çekincesiz bir küfrünü döküverir mektuba misal. Ferit Edgü’ye Urfa’dan gönderdiği 8 Mart 1958 tarihli mektuptan bir kısım şöyledir:

“Bugünlerde kitabım çıkıyor. Adı: Bırakılmış Biri. Gönderirim sana bir tane. Fakat ben çok bozuldum. Belki hiç göndermem, olur ya. Sonra mektuba göre Vedat’tan aldığım, senin Kaçkınlar için geçmiş uğraşıya. Verirse kuzinin 900 lira, çıkıyor kitabın ortaya. Vermezse kuzinin 900 lira, babayı ye!.. Kuzinin zengin duyduğuma göre. Ne iyi insanın zengin akrabası olması, kitabını bastırması. Post mortem, nihil est… Ya boşver. Çok güzel değil mi Yüksel’in sergisi, sergide sergilediği uğraşlar? Yazmıyor musun sen Avrupa’da bir şeyler? Hani öbür ineklerin yaptığı gibi, Avrupa’dan anılar ya da Batı sanat dünyasında neler olup bitiyor gibi şeyler. Yapmazsın sen öyle ineklik. Yapmazsın öyle, öyle. Yüksel’in phallus’larını görseydin bir. Neyse. Ben bıktım her şeyden. Belki intihar ederim. Yok etmem. Bozuldum, çamuruma bozuk, mikroplu şeyler karıştı. Yazıyorum yeni öyküler.”

Okuduğu her satırda dünyaları bulan, kendi küçük ve mütevazı yaşamında, aldığını misliyle dostuna, okura, yaşama veren, böylece büyük edebi devir daime su taşıyan Orhan Duru absürtlükleri katıksız bir kara mizahla, kendine özgü alaycılığıyla ele alırken dilini bulmuş bir yazarın aklının kıvrımlarında dolaştırıyor bizi.

“Yeni kiracı girecek evlere benziyor içim” diyen Orhan Duru’yu anlattıktan sonra şuraya bir gülümseme konduruveresi geliyor insanın, ne güzel. Öyleyse kondurdum.