Ortaya karışık

Sinemamızın, - bir kaç örnek dışında- geçtiğimiz yıllara oranla pek de parlak görülmeyen bu yıl ortaya koyduğu örnekleri irdelediğimizde, Andrei Tarkovsky’i onaylamamak mümkün değil. Ünlü sanatçı, başarısız bir yönetmen portresini çizdiği bir söyleşisinde “genelde bir yönetmenin başarısızlığa uğramasının altında onun kontrolsüz ve zevksiz bir saplantıyla çok anlamlılık peşinde koşması, insan davranışlarında var olanı değil, kendince gerektiği, zorlama bir anlam yükleme çabası vardır” der. Sanki bu söz; yıllar öncesinden, ana akımı bilinçli bir şekilde ıskalayarak, kitlesel, hoş ama içi boş tecimsel amaçlı güldürülerle, festivallik art house arasında takılı kalan Türk sinemasının günümüzdeki durumu için söylenmiştir sanki.

İstanbul, Ankara ve ardından Kayseri Film Festivallerinde karşımıza çıkan bu yılın kimi Türk filmlerinin ortak özelliğini, anlamsızlığın peşinde koşmak olarak özetlemek mümkündür. Anlaşılmadığı oranda farklı okumalara açık kapı bırakmak gibi, bilinen ama sinemada çoğu zaman bilinçli yapılmadığında geri tepen bir yöntemi kullanan kimi yönetmenler, her ne kadar festivallerde düş kırıklığına uğramayıp birkaç ödül kazanabilmenin üstesinden gelseler de, sonuçta Tarkovski’nin sözlerine ‘’cuk’’ diye oturuyorlar.

Elbette ki iyi bir sanat yapıtı açık açık gösterip söylemez, saklar. Ama sakladığı her bir şeyin ip uçlarını bizlere vererek de onların çözümüne yardımcı olur. Örneğin, Josep Losey, İngmar Bergman, Andrei Tarkovsky, Theo Angelopoulos vs gibi... İzleyiciden özel bir çaba isteyen bu yönetmenlerin bir çok filminde, zamanı ve duyguları kristalleştiren durağan görüntüler ardında, anlatılan her bir olgunun içinde adeta matematiksel bir okuma ya da çözüm vardır. Hiçbir şey, anlamsızlığın içinde kaybolup gitmez, aksine karmaşık bir pazılın parçaları gibi sonuçta bir araya getirilerek izleyene sunulur. Angelopoulos’un “bana filmimde anlayamadığınız bir kareyi sorun, ben onu sizlere matematiksel olarak açıklayım” demesinin ardındaki kararlık da aslında; Tarkovsky’nin de altını çizdiği “ kontrolsüz ve de zevksiz bir saplantıyla çok anlamlılık peşinde koşma” sevdasına kapılmış kimi yönetmenleri nezaketle eleştirilmesinden başka bir şey değildir.

Gelelim sinemamızdaki bu “anlamsızlık peşinde koşma” sevdasına kapılan yönetmenler ile filmlerine. Bu yıl kimler yok ki bunlar arasında; yıllanmış yönetmenlerden, eline kamerayı alıp ilk filmini çekip de büyük büyük sözler sarf ederek karmaşık bir piyasada kendisine yer edinmek isteyen çiçeği burnundakilere ve de ürettikçe, sanki anlaşılmazlık antolojisini yazma gayreti içine girip de büyük bir umursamazlıkla “ benim dünyam bu, anlayan anlar” gibisinden TV’den edindiği seyircisinin baştan kabul edilmiş edilgenliğiyle, her verileni kabule hazır şamatacı niceselliğine yaslanan deneyimli yönetmenlere dek bir çok kişi...

Elbette ki, ister deneyimli ister deneyimsiz olan yönetmenler kendi dünyalarını, kendi biçemleriyle, kendince, özgürce, diledikleri biçimde anlatacaklar... Ve anlatmalıdırlar da...Sonuçta riski alanlar da onlar...

Ama, sonuçta, festivallerde ödülleri ıskalayıp, sinemalarda beklentilerini karşılayacak denli izleyici bulamadıklarında da asla timsah gözyaşlarını döküp de içine düştükleri durumdan bir başkalarını sorumlu tutma mazeretinin ardına da gizlenmemelidirler...

Şimdi büyük bir merakla “kontrolsüz ve sevksiz bir saplantıyla çok anlamlılık peşinde koşan” bu yönetmenlerin filmleri üzerine yazılan eleştirileri bekliyorum. Bakalım bu saçmalıklardan kimler, retorik kurnazlıkla bu anlamsızlıklara anlam yükleme komikliğine düşecekler....

Klasik bir deyişle bekleyip göreceğiz...