Osman Arolat ve Soluk Gecenin Aşk Hikâyeleri...
Geçenlerde yitirdiğimiz duayen gazetecilerimizden ve de bir dönemin tanınmış öğrenci liderlerinden Osman Saffet Arolat’ın pek bilinmeyen yönlerinden biri de sinemacı yanıdır. Yıllar önceden tanışıklığımız olmasına karşın bu yönünü ben de bilmiyordum. Aynı mahallede komşu olup evlerimizin birbirine yakın olması bu yanını tanımama neden olmuştu. Onun isteği üzerine evine kahve içmeye gitmiş ve bu bilinmeyen yönünü uzun uzadıya dinleyerek notlar almıştım. Sinemada geçen günlerini heyecanla anlatıp, hiç bir ayrıntıyı kaçırmamasına şaşırmıştım. Şaşırdığım bir diğer şey ise anlattıklarının büyük bir kısmının, yönetmeni tarafından gösterilmesi yasaklı olan bir filme ilişkin olmasıydı. Gerçi bu olaydan kitaplarında da söz etmişti ama, özellikle bana anlatma gereğini duyması sanırım o günlere ilişkin bin not düşme, sinemamızda yeterince bilinmeyen bir olaya katkıda bulunarak geleceğe ayrıntılı bir şekilde aktarabilme isteğindendi.
Arolat, sinemayla Oğuz Aral’ın Mim grubunda oynarken tanışır. Amacı oyuncu olmaktan çok, cep harçlığını çıkarmaktır. Sonrasında Artist Film’in sahibi Recep Ekicigil’in sayesinde sinema oyunculuğuna başlar:
“...-İlk oynadığım film ise Artist Film adına Tunç Başaran’ın yönettiği On Korkusuz Kadın’dı (1965). Bu filmde Kurtuluş Savaşı’nın Yeşil Hocası Celal Bayar’ı canlandırdım. Bu filmden sonra senaryosunu Vedat Türkali’nin, yönetmenliğini ise Ertem Göreç’in yaptığı Karanlıkta Uyananlar (1964) filminde bunalım halindeki gençlerden birini oynadım. Filmin bir kısmı Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun evinde çekilmişti. Bunların dışında bir de, Ayak Bacak Fabrikası oyununun önünde gösterilmek amacıyla kameraman Mengü Yeğin’in çektiği 35 mm’lik bir filmde de oyunculuk yaptım. Bu filmden sonra Mengü, dayısı Metin Erksan’a asistanlık yapıp yapmayacağımı sordu ve arkasından da dayısının çok sert bir kişi olduğunun altını çizdi. Görüşmeye gittim ve kendimi ona kanıtlamak için sert bir nutuk attım. Sonuçta, doğal olarak beni kabul etmedi.
(...) Bir gün İstanbul Üniversitesi Talebe Birliği Gençlik Tiyatrosu’na Alp Zeki Heper geldi. Kendisini tanımıyordum. IDECH’te okumuş ve orada çektiği kısa filmlerle ödül almış, Türkiye’ye döndükten sonra da Ömer Lütfi Akad’a asistanlık yapmış, sonrasında da eşi Beysun Heper’le kendi film prodüksiyon şirketini kurarak ilk filmin hazırlıklarına girişmiş. Mengü Yeğin’in yönlendirmesiyle beni bulan Heper, çekeceği filmde asistanlık yapıp yapamayacağımı sordu, Ben de sinemayla pek ilgimin olmadığını, birkaç filmde figüranlık yaptığımı filan söyledim. “Olsun, bana, hiçbir şeye bulaşmamış senin gibi bir adam lazım” dedi. Sonrasında anlaştık...
Çekeceği filmin adı; Soluk Gecenin Aşk Hikayeleri idi. Filmin senaryosu yoktu, yalnızca sinopsisi vardı. “Kadın oyuncuları buldum, erkek oyuncuyu da sen bul” dedi. Ben de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Filolojisi’nde öğrenci olan Halil’i (Türkmen) adlı bir genci bulup “İDECH’te eğitim görmüş bir yönetmenin bir film çekeceğini ve bu filmde oynayıp oynamayacağını sordum. Olumlu yanıt alınca Alp Zeki Heper’le tanıştırdım o da beğenince başroldeki erkek oyuncuyu da bulmuş olduk. Filmin diğer oyuncuları Ayfer Feray, Engin Cezzar’ın kızkardeşi Mine Cezzar ve Türkiye’de çalışan Fransız sanatçı Marliese Schneider oldular.
Soluk Gecenin Aşk Hikayeleri’ne, Arnavutköy’de Deli Karı’nın Köşkü denilen mekanda başladık. O dönemdeki Türk filmlerine oranla çok lüks bir sette çalışmaya başladık. Yemekleri Arnavutköy’deki bir restoranda yiyorduk. Setteki bu lüks yaşam ancak 2-3 hafta sürdü, para tükenir gibi olunca, bu kez yemekler sette gelmeye başladı. Sonradan öğrendiğime göre filme parayı yatıran eşi Beysu Hanımdı. Beysu Hanım’ın babası toprak ağasıydı ve ayrıca İstiklal Caddesi’nin girişinde heykeller satan bir mağazanın da sahibi idi. O sıralar toprak reformu lafı çok güncel olduğu için tarlalarını çocuklarına devretmişti ve kızı Beysu da bu olanaklarından ötürü Alp Zeki Heper’e yardımcı olabiliyordu...”
Arolat, hakkında çok fazla bir bilgiye sahip olmadığımız bu film hakkında her bir şeyi en ince ayrıntılarına dek anlattı... Türk sinema tarihinde hiç bir kimsenin bilmediği bilgileri hiç tahmin etmediğim bir kişiden –ve de ilk ağızdan – edinmem, o dönemlerde Barış Saydam’la yapmayı düşündüğümüz kitap için bulunmaz bir fırsat, erişilmez bir hazine değerinde idi. O konuştu, ben yazdım... Sanki dün yaşanmış gibi anlatıyor, en ince detayı bile kaçırmayıp onca hareketli geçen gençlik yıllarında sinemanın da yaşamının bir parçası olduğunun adeta altını çizip geleceğe bir not düşmek istiyordu...
Ancak; her ayrılış ardında söylenmemiş, tamamlanmamış, yarım kalmış bir şeyleri de bırakıp gidiyor... Mekanı ışıklar içinde olsun…