Osmanlı arşivleri ne durumda?

Osmanlıcanın zorunlu mu, yoksa seçmeli mi okutulacağının tartışıldığı bir dönemde ister istemez Osmanlı arşivlerinden söz etmek de kaçınılmaz oluyor. Çünkü gün ışığına çıkmayı bekleyen 95 bin belge ve 400 bin defter var. Bunlardan ancak 10 milyonu dijital ortama geçirilmiş, gerisi ise, bu konuda çalışan 350 uzmanın performansına bağlı. Bunların tümünün dijital ortama geçirilmesini ise herhalde bizim kuşak pek göremeyecek.

Dünyada bilgiyi bizden daha iyi saklayan hiçbir ülke yok. Öylesine saklıyoruz ki, ona kimse ulaşamıyor. Bilgiyi saklamakla paylaşmak sözcükleri arasındaki farklılık, henüz ne arşivlere ne de onları sahiplenen arşivcilere ulaşmış değil. Hele hele -Osmanlı arşivi dışında- bir resmi kurumun arşivine girmek, girebilmek neredeyse olanaksız gibi bir şey. Her arşiv bir sır gibi saklanıp, gizlilik içinde korunuyor. Ama yalnızca korunuyor, kimselerin ona ulaşmaması, onu elde edememesi için. Her arşivi resmi, her arşivi gizli, her arşivi ulaşılmaz konuma getiren tek olgu ise, bu kurumlarda çalışanların kraldan çok kralcı olması, arşivleri kendi babasının malı gibi algılayıp, onu saklayarak araştırmacılardan ve de bu konuda çalışma yapmak isteyenlerden korumasıdır.

Peki herkesten sakladığımız, onları ulaşılmaz yaptığımız bu arşivler ne durumda? Bu sorunun yanıtını bir gün arayla iki gazete söz konusu yaptı. Sözü edilen arşivler ise, Osmanlı arşivleriydi.

İlk yazı, dostum olan bir köşe yazarına ait. 13.12. 2014 tarihinde köşesinde yayınlandığı Osmanlı arşivleriyle ilgili görüşleri oldukça olumlu, hatta biraz da abartılı. Yazısında, çok elverişli ortamda yüzden fazla araştırmacının çalıştığını, eleştirileri ve kaygıları olan gazeteci ve siyaset adamlarının mutlaka -bu elverişli ortamı- gezip görmelerini ve sonuçlarını da kamuoyu ile paylaşmalarını öneriyor.

Köşe yazarı dostumuz bu olumlu izlenimlerinin sonunda ilgililere nem konusunu da sormuş ve bunun uluslararası standartlarda olduğu yanıtını almış.

KAMUOYUNU BİLGİLENDİRMEK GEREK

Bu yazıdan bir gün sonra, yani 14 Aralık 2014’de, hem de bir zamanlar kardeş olduğu bir gazetede yine aynı arşivle ile ilgili, neredeyse tam sayfaya yakın, bol fotoğraflı bir haber yayınlandı. Haberin üst başlığı; Kağıthane’deki yeni binasına taşınan Osmanlı Arşivleri alarm veriyor. Ana başlığı ise “Arşiv binasında küf ve su krizi”. Haberde, rutubetten dolayı duvarların sürekli boyandığı, kütüphanenin bulunduğu yerde tavandan su sızdığı, suların kovalarla toplandığı, nem oranının düşürülmediği, binada çatlakların olup Haliç’e doğru kaydığı, araştırmacılara verilen kimi belgelerin ıslak olduğu vs. gibi fotoğraflarla kanıtlanmış her bir olumsuzluk anlatılıyor.

Bir arşiv, bir gün arayla yayınlanan iki yazı, iki farklı görüş. Biri bardağın boş olduğunu söylerken, diğeri dolu olduğunu iddia ediyor. Birisi konuk olarak davet edildiği arşivde gördüklerinden çok söylenenleri köşesine taşıyor, diğeri ise bir gazeteci olarak gittiği binada söylenenlerin yerine gördüklerini yazıp fotoğraflıyor.

Köşe yazarının dediği gibi bu arşivleri gezip kamuoyunu bilgilendirmek gerek. Sanırım sorun, arşivleri gezip gezmemek değil de, gerçek bir gazeteci gibi, bu mesleğin öğretilerine ve geleneğine bağlı kalarak kamuoyunu bilgilendirmede yatıyor.