Osmanlıca hatırlatılır belki ama diriltilemez!

Osmanlıcanın nasıl bir dil olduğunu bize en doğru anlatanlardan biridir Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları’nda (Varlık Y. s. 103) yer alan şu saptamasına dilde tutucu ya da özleşmeye karşı yazarlar da pek karşı çıkmazlar, hatta Gökalp’in bu görüşlerinden yararlanırlar da:
“Fakat İstanbul’da iki Türkçe var: Biri konuşulup da yazılmayan İstanbul lehçesi, diğeri yazılıp da konuşulmayan Osmanlı lisanıdır. Acaba milli lisanımız bunlardan hangisi olacaktır? (...)Bu suale cevap vermeden, lisanımızı, başka lisanlarla mukayese edelim: Başka lisanlar milletlerinin payitahtlarına ait lisanlardır. Fakat başka payitahtların hepsinde konuşulan dille yazılan dil aynı şeydir. Demek ki konuşma diliyle yazı dilinin birbirinden başka olması, sırf İstanbul’a mahsus bir haldir. Umum milletlerde bulunmayıp da yalnız bir millete tesadüf edilen bir hal normal olabilir mi? O halde, İstanbul’da gördüğümüz bu ikilik, lisani bir hastalıktır. Her hastalık tedavi edilir. O halde bu hastalığın da tedavisi lazımdır.”
Gökalp Osmanlıcayı bir çeşit Esperanto dili sayar, bütün Türkiye’nin kabul edeceği bir dil değildir, bu dilden vazgeçilmelidir. Osmanlıdaki devşirmecilik dilde de kendini gösterir, Osmanlıcanın kaynağı belli bir halk değil, Arapça, Farsça sözlüklerdir.

YENİ TÜRKÇE
1910’lu yıllarda ilkin bu kuşak yeni bir Türkçe ortaya çıkacağının haberini verdi. Ziya Gökalp bu dile “yeni Türkçe” diyordu, bu kavram yazı devriminden önce kullanıldı. Yeni Türkçeyle birlikte Osmanlıcanın hiçbir zaman kitlelere mal olmamış sözcükleri hızla unutuldu, kullanılmaz oldu. Elbette Osmanlıca sözcükler bıçakla kesilir gibi atılamazdı, başta Atatürk olmak üzere, Osmanlıcanın izleri özellikle o dönemi yaşayan yazarlarda bir süre devam etti. Atatürk’ün gençliğe seslenişinde geçen şu sözleri bu günlerde facebook’ta da dolaşıyor: “...iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler.” Dil eskimiş olsa da bugün de tam on ikiden vuran bir söz. Elden ele, dilden dile dolaşmalı, ancak doğru bir yazımla. Bu sözdeki “sapkınlık” anlamına gelen “dalâlet”, “yol gösterme” anlamına gelen “delâlet” ile karıştırılmamalı. Osmanlıcanın böyle tuzakları var. Haldun Taner’in Milliyet’teki bir yazısında kullandığı “fehvasınca” (anlamınca) sözcüğü, daha sonra aynı yazı bir kitaba alındığında, kim bilir hangi editörün marifetiyle “fetvasınca” olmuştu. Bu sözcüğün başına gelenleri Suat Derviş’in Fosforlu Cevriye romanında da gördüm. Gene çok karıştırılan köpekleşme anlamındaki “inkilap” ile devrim anlamına gelen “inkılap” bu tür yanlışların sık karşılaşılan örneği.
Şimdi bunlara bakıp, Osmanlıcayı, Osmanlıca derslerini yeniden hortlatmamalıyız. Tam tersine bu dil uzmanlarına bırakılmalı, yapılan bu yanlışlar da gösteriyor ki, Osmanlıca kitlelerin dili olamaz, araştırmacıların bir uğraşı olabilir. Son zamanlarda yeni Osmanlıcılık modasına elifi görseler mertek sanacak bazı sol çevreler de uyar oldu. Türkçede yeri doldurulamayacağı savıyla bazı sözcüklerin sözlüğünü (onlar lügât diyorlar) yazmışlar. Osmanlıca sözlüklerden başka, ölçünlü dilin sözlüklerinde de bulabileceğiniz “aliyülâlâ” bunlardan biri; bu sözcük çok gerekliymiş, yeri doldurulamazmış! Yahu bırakın şimdi bunları. Şu İçişleri Bakanı’nın adını bile nasıl söyleyeceğimizi anlayamadık, “ala” mı, “âlâ” mı diyeceğiz? (Sayın bakanın aliyülâlâ olmadığı kesin!) Bir gerçeği eski tutucu yazarlar da çok iyi anlamışlardı: Osmanlıca sözcükler, yeni kuşaklara zaman zaman hatırlatılır belki, ama diriltilemez! Osmanlıca diriltilemez! Osmanlıcayı Cumhuriyet’in hışmına uğramış, kadri kıymeti bilinmemiş gibi göstermeye, böylece başka bir mağduriyet edebiyatı yaratmaya şu sıralar solcu görünenlerin de alet olmaları ne tuhaf!