Osmanlı'dan Cumhuriyet'e arafta kalan aydın: Halide Edip

Tarihler 1919’un Mayıs ayını gösterdiğinde Osmanlı toprakları belki de en çalkantılı dönemini yaşamaktaydı. Hükümeti dağılmış, Birinci Dünya Savaşı sonrası İtilaf devletlerince işgal edilmeye başlanmış, umutsuzluk ve çaresizlik içinde kıvranan geçmişin Büyük Devleti, emperyal devletlerin saldırısı sonucu dünya haritasının göbeğinde bir yem gibi duruyordu. Sokakta ise halk durumun vahametinin farkında olsa da ümidini bağladığı padişahtan da hükümetten de ihanet dışında bir şey göremiyordu. Mustafa Kemal’in Samsun’a ayak basmasından tam 4 gün sonra İstanbul’da büyük kalabalığın karşısında siyah çarşafının içinden gözleri ışıl ışıl parlayan, vakur sesli ve güçlü bir kadın haykırıyordu: “Evlatlarım, kardeşlerim! …Gece, en karanlık ve ebedi göründüğü zamandır ki, gün ışığı en yakındır.” Büyük Sultanahmet Meydanı’nı “istiklal” çığlıkları ile inleten bu kadın Halide Edip Adıvar’dı.

Ancak daha sonra, vatan mücadelesinin en ön cephesinde yer alacak, Mustafa Kemal’in haklı davasında onunla birlikte hareket edecek olan aynı Halide Edip, Sultanahmet Mitingi'nden kısa bir süre sonra Osmanlı'nın içine düştüğü durumdan çıkış yolu olarak Batı’nın şefkatine sığındığı “Türk’ün Hitabı- İtilaf Milletlerine” isimli bir mektup kaleme alır. Bu yazıyı Halide Edip’in Büyük Mecmua ve Yedigün’deki yazılarını toplayıp tezinde inceleyen Feyza Hepçilingirler “acıklı” olarak nitelendirir. Çünkü vatanseverliğinden şüphe edilemeyen kadın bu mektupta büyük bir yanılgı ve öngörüsüzlükle işgalci itilaf devletlerine şöyle seslenir:

“… Milletler! Siz ki Cihan Harbi’ni milletlerin hukuku, büyük ve payidar esasların galebesi için yaptınız, yirminci asrın namdar birer şövalyesiydiniz, sözünüze inanarak kapılarını size açmış bir avuç Türk’e neden sözünüzü tutmuyorsunuz. Ben ve benim gibi sizin mekteplerinizde okumuş, sizin müttefiklerinize, sizin hars ve insanlığınıza inanmış olan vatandaşlarımızın size benzediği iman ve itikatın yerinde acı bir kahkaha sırtarıyor … Halbuki Rumların Yunanistan’ı, Ermenilerin Ermenistan’ı, Arapların Arabistan’ı var. Bunlar arasında istiklali için, namusu için, en çok fedakarlık etmiş Türk’ün Türkiye’si nerede? … Evet paramız yok, kuvvetimiz yok, tecrübeli ve büyük kafalarımız yok. Fakat namuslu ve sizin harp ettiğiniz esaslara inanan çocuklarımız var. Bize yardım ediniz. Bize sermaye, bize, fikir, bize dostluk veriniz. Şimdiye kadar meydana çıkardığınız, Bulgarlar, Sırplar, Yunanlılar, Ermeniler kadar Türkler de buna layıktırlar.” (s. 96-97, Halka Doğru, Can Yayınları)

Sultanahmet Mitingi’deki konuşması halkın kulaklarında çınlarken ve mücadele azmini doğururken, Büyük Mecmua’da çıkan bu metin bugün bile Halide Edip isminin tartışmalı en önemli ayağını oluşturuyor. Elbette çalkantılı süreçler ve geçiş dönemlerinin sisli havası aydınların da görüş alanını daraltır. Yetiştikleri coğrafya, sınıf ve aldıkları kültür bu sisli dönemlerde onların hissi yönelimlerinde etkili olur. Mustafa Kemal Selanikli bir yetim olarak askeri rüştiyenin kapısından girmiş biri iken Halide Edip Osmanlı’da bugünün Üsküdar Amerikan Kız Koleji’nden çıkmış, Batı kültürüne çocukluğundan beri aşina olarak yetişmiş biridir. Dolayısıyla Osmanlı’nın çöküşündeki çıkış yollarını farklı umutlar ve taktiklerle değerlendirmesi olağandır. Bu süreçteki yanlış ve öngörüsüz tutumu Halide Edip’in vatanperver kişiliğinin üstünü çizmeye yetmez çünkü sisin dağıldığı kritik İzmir İşgali sonrası Halide Edip Anadolu’da kurşunların ve bombaların içinde milli mücadeleye tereddütsüz katılır. Mustafa Kemal’e inanır ve Batı’nın emperyal dişlerini etinde hisseder. Batı’nın dünyada kurduğu “çağdaş medeniyet” gözlerini kamaştırsa da Halide Edip Şark’ın ruhunu terk etmez.

Halide Edip’i bu “acıklı” mektubu yazmaya iten nedenleri Büyük Mecmua’nın o dönemki sahibi Zekeriya Sertel şöyle anlatıyor:

“… Halide Edip, Amerika’nın emperyalist bir devlet olmadığını sanıyor, Washington’un iyi niyetine inanıyordu. Türkiye’yi düştüğü felaket uçurumundan kurtarmak için, Amerika, bizden bir şey istemeyecekti. Yalnız işgal kuvvetlerine karşı Türkiye’yi koruyabilmesi için Türkiye’nin Amerikan mandasına girmeyi kabul etmesi gerekiyordu. Biz Amerikan himayesine girerken, iktisadi yardım da görecek ve böylece hem işgalden kurtulmuş olacaktık hem de bağımsızlığımıza kavuşarak kalkınma olanakları bulacaktık. Oysa Amerika, İngiltere’nin harp yorgunluğundan yararlanarak Ortadoğu’ya girmek istiyordu. Bunun için de Türkiye’yi seçmişti. Memlekette bir de Amerikan mandacılığı örgütü kurulmasına yardım etmişti … Bu işte Halide Edip’in samimiyetinden ve iyi niyetinden şüphe etmek kolay değildir. Çünkü Halide Edip romantik bir kadındı. Siyasetten anlamazdı; bütün hayatında temiz ve namuslu kalmıştı, son derece vatanseverdi. Bu düşüncesinde de vatanı kurtarmak kaygusundan başka bir neden aramak doğru olmaz.”

MİLLİ MÜCADELE'NİN EDEBİYATI

Halide Edip sonraları işgalin ve savaşın ruhunda açtığı yaraları halkına duyduğu büyük sevgi ve saygı ile aşar. Sanatını ve yeteneğini bir milletin varoluş mücadelesini en iyi tasvir eden kitaplardan biri olan “Ateşten Gömlek”i yazarak sergiler. İzmir’in işgali ile başlayan ve zafere kadar geçen sürede Halide Edip cephede hemşire, hükümet binasında Mustafa Kemal’e dış basında çıkan haberleri ulaştıran bir sekreter konumundadır. Bunun yanı sıra savaşın kanla suladığı toprakları ve bu topraklarda yoksulluk ve sefalete rağmen onuru için canını dişine takan yurttaşlarını belleğine kazır.

Halide Edip'in “Ateşten Gömlek”i Milli Mücadele dönemine dair ilk romanımız olur. Aslında Halide Edip uzun bir süre yaşanan trajik dönemi yazabilmek için kendini hazır hissedemez, ancak Yakup Kadri ile yaptığı bir sohbet esnasında Yakup Kadri’nin Ateşten Gömlek adında bir roman yazıyorum demesi üzerine uzun zamandır aradığı şeyi bulmuş olur. Çünkü bu isim Halide Edip’in romanı için tasarladığı karakterler ve atmosfer için eksiksiz bir tanımlamadır. İzmir’in işgali sırasında kocası öldürülen Ayşe’nin Kuvayı Milliye saflarına katılması ve akrabası Peyami ile Binbaşı İhsan’ın bu güçlü kadına duydukları aşk çerçevesinde Anadolu’da savaşın ve yaşam mücadelesinin anlatıldığı romanda hem ülke, hem de karakterler bir ateşten gömleğin içinde gibidirler. Halide Edip, Yakup Kadri’nin kendi romanı için düşündüğü ismi kullanmasını ise ona açık bir mektup göndererek şöyle açıklar: “…Ankara’ya uzun bir izinle geldiğim günlerde birdenbire eski zamanların roman yazmak hummasına tutuldum. Karşıma birden bire çıkan Peyamiler, İhsanlar, Ayşeler bir çok esrarıyla hikayelerine ‘Ateşten Gömlek’ diyorlardı. Bu anut çocuklara bu ismi kullanmak doğru olmayacağını o kadar söyledim. O kadar başka isimler buldum. Beni dinlemediler. İnsan romanına koyduğu insan timsallerinin elinde eşya olduğunu benim kadar siz de bilirsiniz. Biz onların yüzünü, ruhunu, hayatını biraz seçilir çizgilerle hazırlar hazırlamaz insanın elinden çıkıyorlar, istediklerini söylüyor ve yapıyorlar. …Size de bu kadar Anadolu’ya yakışan ve kendi başına bir şaheser olan isim için teşekkür etmek ve sizden af dilemek isterim, Yakup Kadri Bey’in isminin kudreti eserden kavi olması benim kabahatim değildir. Benim ‘Ateşten Gömlek’i eğer zaman söndürüp bir tarafa atamazsa Türk romanları arasında iki tane ‘Ateşten Gömlek’ olacak. Belki elli sene sonra bir kütüphane rafında dile gelir birbirlerine geçmişi söylerler. Kim bilir o uzak atide Türk gençliğinin sırtındaki ‘Ateşten Gömlek’ ne kadar bizimkilerden başka olacaktır.” (22 Mayıs 1338, İkdam)

“Ateşten Gömlek” Halide Edip’in edebi çizgisinde ve sanat anlayışında bir sıçrama olarak da önemlidir. Yaşamın somut koşulları ve tarihin sanatçıyı olgunlaştıran gerçekleri onun da yaratımında yeni yönelimler içine girmesine sebep olur. Halide Edip de bunun farkındadır, “ihtilal ve isyan günlerindeki silah arkadaşlarım” dediği Anadolu insanının kendine ilham verdiğini belirtir. “Daha doğrusu Karadağ muhaberesinde dağın ortasında ismini hiçbir zaman bilemeyeceğim yağız atlı bir zabitin dumanlar içinde kayıp olup meydana çıkışı bana kocaman bir kalp hikayesi tahayyül ettirdi. Eser Sakarya’nındır. Fena olabilir fakat benim sanatımın yapabileceği en iyi şeydir. İnsan en çok sevdiklerine ancak en iyi yapabileceği şeyi verir.” diyerek Halide Edip halkının kahramanca mücadelesini “Ateşten Gömlek”le ölümsüzleştirir.

Halide Edip’in “Ateşten Gömlek” öncesindeki edebi eserleri daha çok aşk, ihtiras gibi duyguların, evlilik, yasak aşk gibi çıkmazların etrafında yoğunlaşırdı. Bu edebi eserler güçlü kadın karakterlerin merkezde olduğu, kişiler arasındaki duygusal çatışmalardan yararlanılan, bireysel sorun ve açmazların içe dönük anlatımıyla ilerleyen romanlardı. Anlatılan hikaye bir konak gibi dar bir çevrede geçer, tarihsel etmenler romanda yer bulmazdı. Duygu düşünceye, birey ise topluma üstün tutulurdu. Halide Edip’in büyük bir okur kitlesine ulaşmasını sağlayan bu dönemin önemli romanlarından “Handan”da İngiliz terbiyesiyle yetişmiş Handan’ın Abdülhamid’e karşı devrimci Nazım’ı redderek kendinden yaşça büyük Hüsnü Paşa ile evlenmesi ve sonrasında yaşadığı mutsuzluk döneminin dışa vurumlarını okuruz. Yazar, kitapta evlilik ve aşk ilişkilerini ele alırken, döneme göre cesur cinsellik pasajlarına da yer verir. Ancak dönemin toplumsal yapısına, ya da Osmanlı’nın siyasi izdüşümüne dair hiçbir şey öğrenemeyiz.

SİNEKLİ BAKKAL'IN ÇIKMAZ SOKAĞI

İşgal ve Milli Mücadele dönemine tanık olan yazarın kalemindeki değişim “Ateşten Gömlek”le başlar ve “Vurun Kahpeye” ile devam eder. Bu romanda da merkezdeki güçlü kadın figüründen vazgeçmez Halide Edip, olayları yine onun etrafında toplar ancak bu sefer bu kadın karakter ne aşk buhranlarıyla yanıp tutuşan tutkulu bir aşık ne de ayrılık acısı çeken bir konak kızıdır. Bu yeni kadın tipi, şehirli idealist öğretmenin Milli Mücadele döneminde Anadolu’daki bir taşra kasabasında aydınlanmanın bir temsilcisi olması şeklinde ele alınır. Kuvayı Milliyecilere destek veren, kasabanın yobaz ve gerici toplumsal kesimine karşı duran bu güçlü kadın, işbirlikçi gericilerce uğradığı iftira sonrası taşlanarak öldürülür. Halide Edip romanında Milli Mücadele döneminde işgal kuvvetleriyle yaşanan çatışmanın yanı sıra içeride de gerici ve işbirlikçi yapıya karşı verilen mücadelenin tablosunu çizer. “Vurun Kahpeye” romanı ile yazar, karakterlerini çoğaltır, onlara temsil ettikleri bir fikir aşılar, konusunu halka ve sokağa taşır.

Cumhuriyetin ilanı ile Osmanlı’nın külleri temizlenirken, yeni ateşi harlamak için çeşitli tartışmalar ortaya çıkar. Milli Mücadelenin tek vücut yapısı yavaş yavaş fikir ayrılıklarıyla dağılmaya başlar. Bütün eleştirilerine rağmen Osmanlı’nın kül olması birçok aydını duygusal boşluk içine düşürür. Genç Cumhuriyet’in keskin devrim kararları liberallerce eleştirilmeye başlanır. Halide Edip’in de Mustafa Kemal ile olan çatışması böylece başlar. Genç Türkler ile başlayan ve inişli çıkışlı serüveni sonrası Cumhuriyet devrimi ile son bulan aydınlanmacı hareketin keskin kararları liberallerin “devrim mi evrim mi” sorgulamasını yeniden alevlendirir.

“Sinekli Bakkal” romanı Halide Edip’in bu sorgulamayı yozlaşmış Abdülhamid rejimi ile Genç Türkler’in ihtilalci siyasi duruşu üzerinden ele aldığı bir kitaptır ancak kitap sadece bu temel üzerinden ilerlemez; yazar, yarattığı Rabia karakteri ile Osmanlı-İslam kültürünü ele alırken, İtalyan piano öğretmeni Peregrini üzerinden Batı kültürünü işler.

İstibdat rejiminin baskısını ve zulmünü tüm çıplaklığyla sunan Halide Edip, roman boyunca her ne kadar Genç Türklerin ihtilal fikrine karşı olduğunu hissettirse de bunu tam başaramaz. Bu nedenle Berna Moran “Sinekli Bakkal” eleştirisinde romanın bir tezli roman olduğunu ama tezini ispatlayamadığını vurgular. Evrimci kanadın fikirleriyle ilerleyen Halide Edip, bu fikirlerini Vehbi Dede karakteriyle tasavvuf felsefesi üzerinden yapar. Kitabın ikinci kısmında Doğu-Batı karşıtlığını işlemeye başlarken, Batılılaşmanın bulaşmadığı Sinekli Bakkal mahallesindeki yaşantı ile Osmanlı-İslam geleneklerini yüceltir. Batı’nın düşünce eksenli varlığını Peregrini’yle, Doğu’nun maneviyat ve duygu eksenli kültürünü Rabia üzerinden okura ulaştırır. Peregrini’nin Müslüman olup, Rabia ile evlenmesi ise Halide Edip’in Batılılaşma’ya karşı Doğu’nun üstünlüğünü savunduğu bir hamledir. Halide Edip Batı’yı bilen, onun kültürüyle büyümüş biridir. Modernizm ve çağdaş yaşam konusunda kendi toplumunun kültürünün de o noktaya ulaşmasını dileyen, Batı’ya bu noktada hayranlık duyan biri olsa da, yarattığı hemen hemen bütün kadın karakterlerde yahut kendi yaşamında Batı kültürüyle yetişmiş kadınların da vatanperver ve köklerine sadık bireyler olabileceğini gösterir.

Halide Edip’in 1919 yılında Büyük Mecmua’da yazdığı yazıları ile 1936-39 yılları arasında Yenigün’de yazdığı yazıları, onun siyasi ve edebi bakış açısının değişen noktalarını görmemiz açısından oldukça önemli bir belge niteliğindedir. Halide Edip’in “Sinekli Bakkal” eserinde somutlaşan Osmanlı-İslam kültürüne yönelen görüşleri onu, 1950 yılında Demokrat Parti saflarından İzmir milletvekili olarak TBMM’ye girmesine kadar götürür. Halide Edip çalkantılı tarihsel dönemlerde Milli Mücadele öncesinde olduğu gibi fikirlerini zaman zaman aksayan bir temele kursa da, vatanperver, aydınlanmacı kişiliği ve eserleriyle Türk halkına mal olmuştur. Bütün tartışmalı konulara ve eleştirilere rağmen unutulmamalıdır ki, İngilizler İstanbul’u 16 Mart 1920’de işgal ettiği zaman hakkında idam emri çıkardıkları ve 24 Mayıs’ta padişah tarafından onaylanan kararda idama mahkûm edilen ilk 6 kişi; Mustafa Kemal, Kara Vasıf, Ali Fuat Paşa, Ahmet Rüstem, Dr. Adnan ve Halide Edip'tir.

Halka Doğru

(Büyük Mecmua (1919) ve Yedigün (1936 -1939) Yazıları)

Halide Edib Adıvar

Can Yayınları

384 s.